İstanbul henüz araba ve fabrika seslerine teslim olmamışken onlar bu kentin sesiydiler.
Gece olunca usta bir simyacı tavrıyla yaklaşırlardı, kavun çekirdeğinin, ayvanın,elmanın, narın,zambağın yanına. Ve özenle hazırlarlardı karışımlarını. Sabah olunca da karcı ve buzcu esnafın kapılarını çalar, bol miktarda kar ve buz alırlardı.
Vakit öğleyi gösterdiğinde akşamdan hazırladıkları karışımı, kar kuyularından gelen karla ve buzla iyice kararlardı. Soğuk güğümü sırtlanırlar ,bardakları mermiler gibi beline dolarlar ve atılırlardı sokağa, daha sokağa adımlarını atar atmaz bağrırlardı: “Şerbet var şerbet ! Buz gibi buz ! Otuz iki dişe keman çaldırır.”
Dişlerine keman çaldırmak isteyen İstanbullular “ver”derdi şerbetçiye “bir bardak şerbet.” Şerbetçi uzanırdı beline doladığı bardaklara, kimi zaman elma, armut, böğürtlen, ayva, erik, ceviz, badem, mandalina, portakal, aromalı olan şerbetlerden koyarken kimi zaman da ağaç çileği, muhabbet çiçeği, kavun çekirdeği, yasemin çiçeği, menekşe aromalı şerbetlerden koyardı.
Ve serinlerdi İstanbul halkı sıcağın ortasında buz gibi şerbetlerle.