Sai Çelebi. Doğma, büyüme ve ölme İstanbullu. Mana ve kavramı resme dökmekte ünlenmiş bir nakkaş. Zamanın şairlerinin bir kısmını mizahi ve alaylı bir üslupla hicvetmede ünlenen, divan sahibi bir şair.
1580’li yıllarda Sai Çelebi benim yaşlarımda (30 civarı) Mimar Sinan’sa 90’larındadır.
İşte, ‘artık güçsüz bir ihtiyar olmuş tarihin sayfasında ad ve şan bırakarak hayırlı dua ile anılmak isteyen’ Mimar Sinan ‘kırık kalpli, değersiz, düşkün’ olan Sai Çelebi’den hayat hikayesini kaleme almasını ister. Sai Çelebi’de kabul eder.
Sinan anlatır, Çelebi yazar. Çelebi yazar, Sinan anlatır. Böylece ortaya ” Tezkiretü’l Bünyan” yani “Yapılar Güldestesi” çıkar.
Mimar Sinan’ı merak edenler için bu kitap “olmazsa olmaz” kabilindendir. Çünkü kitapta Sinan’ın hayatının detaylarını, kimi mimari eserlerini yaparken nasıl düşündüğünü ve ne tür problemlerle karşılaştığını onun ağzından dinleyebiliyoruz ve Sinan’ın ruh haliyle ilgili önemli ipuçlarına ulaşıyoruz.
Tezkiretü’l Bünyan, Sai Çelebi’nin Allah’a, peygamberlere ve padişahlara nazımlar, nesirler, kıt’alar, beyitler, şiirler, mesneviler dolusu övgüleriyle başlıyor. Sonrasında Mimar Sinan devreye giriyor ve anlatmaya başlıyor. ” Ben, yaşlı usta Abdülmenen oğlu Sinan, duacısı ve övücüsü olduğum, mülkün sahibi ve mükafatlandıran Allah’ın yardımı ile, Osmanlı Devleti’nde alemin sığınağı dört padişaha hizmet vererek şeref kazandım. Sanatımla ve hizmetimle, işbilir mimar olmak ve birçok diyarda ün kazanmak nasip oldu.”
Bu kısa girizgahtan sonra hayat hikayesini başından sonuna anlatmaya başlar. ” Bu değersiz kul, Sultan Selim Han’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri Sancağından oğlan devşirilmesine ilk defa o zaman başlanmıştı. Bende ilk devşirme oğlanlardanım. ”
Henüz öğrenciyken mimarlık bilgisini nasıl arttırdığınıysa şöyle anlatıyor Sinan: “Ustamın eli altında tıpkı bir pergel gibi bir ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözlemledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip-tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi ve görgümü artırdım.”
Mimar Sinan’ın ilk ünlenmesi Kanuni Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi’ne (1535) denk düşüyor. Osmanlı ordusu Irakeyn Seferi’ne çıkar. Ordu, Van Gölü kıyısına kadar gelir. Van Gölü’nün karşısında ise düşman ordusu bulunmaktadır. Bu durumda Osmanlı gölün karşı kıyısına geçip düşmanla ilgili bilgi almak ister. Bunun içinde karşı kıyıya yaklaşmak gerekmektedir dolayısıyla büyük gemilere ihtiyaç duyulur. Vezir Lütfi Paşa gemilerin yapılmasını yeniçeri olarak orduda bulunan Sinan’dan ister. Sinan da der ki: ” Orada sefer durumunda şartlar uygun değilken Allah’ın yardımı ile arkadaşlarımı toplayarak, üç kadırga inşa ettim. Bütün yelkenlerini demirlerinin ve küreklerini tedarik edip top ve tüfek gibi savaç araçlarıyla donattım.” Bu başarısı sonrası Sinan, subaşı olur yani inzibat amiri.
Sinan’ın yıldızını ikinci kez parlatan olaysa yine bir sefer sırasında olur.
Boğdan seferi, Irakeyn Seferi’nden 3 yıl sonra gerçekleşen bir seferdir. Sinan orduda yine bir yeniçeri olarak bulunmaktadır. Osmanlı ordusu sefer sırasında Prut Nehri kenarına kadar gelir. Nehrin karşısına geçmeye ihtiyaç duyar. Birçok kişi günlerce uğraşarak köprü yapar. Ama her defasında köprüler suda batarak kaybolur. Bunun üzerine Vezir Lütfi Paşa köprü yapımı için padişaha Sinan’ı tavsiye deder. Sinan durumu aynen şöyle anlatıyor: “… bu değersiz kula padişahın yüce buyrukları ulaştı. Hemen adı geçen suyun üzerinde bir güzel köprünün yapımına başladım. On gün içinde yüksek bir köprü yaptım. İslam ordusu ile bütün canlıların şahı sevinçle geçtiler. ”
O sıralarda Osmanlı’nın baş mimarı Acem Ali’dir. Acem Ali Prut Seferi dönüşü ölür. Yeni bir baş mimar atanmalıdır. Sinan’dan Van Gölü’nde kadırga yapmasını, Prut Nehri’nde köprü inşa etmesini isteyen Vezir Lütfi Paşa yine devreye girer. Şu sözler Vezir Lütfi Paşa’ya ait: ” Haseki olan Sinan subaşının mimar olması gerekir. Ondan başka, bu sanatta yetenekli kimse yoktur.”
Sinan padişahın kabulü ile baş mimar olur. Yıl 1538!dir.
Sinan, sonrasında çıraklık eserim diyeceği Şehzade Camii’nin yapılışını kısaca anlattıktan sonra Kırkçeşme Suları’nın yapılış hikayesini anlatmaya başlar. ” Bir gün Sultan Süleyman av vesilesi ile Kağıthane çayırında dolanırken yeşillikler içinde harabeye yüz tutmuş bir temiz bir su görür. Bu sudan istifade etmeyi düşünür. Saraya dönüşte devlet adamlarını toplar, İstanbul’un suyunun Bizans zamanında nasıl sağlandığını müzakere eder. Toplantıdan çıkan sonuç, Kağıthane Çayırı’nda bulunan temiz suyun buraya kemerlerle getirilmiş olduğudur. Ama zamanla su kaynağından ayrılmış, toprağa karışmıştır. Dolayısıyla yapılması gereken bu suyun Kağıthane’ye yeniden getirilmesidir. Sultan Süleyman’ın kararı Sinan’a şöyle ulaşır: ” Becerikli mimar, bu akar suyun İstanbul şehrine gelmesi yolunda dikkat ve özen göstersin. Bu benzersiz iyiliğin tamamlanması, en şerefli dileğimdir.”
Bunun üzerine Sinan evvela suyun keşfine başlar. Su ne kadardır? Getirmeye değer mi? Onca zahmete paraya değer mi? Hava terazileriyle vadileri muayene eder. Geometri ilimi gereğince tahta lüleler takar ve suyun kaç lüle olduğunu öğrenir. Ölçümlerinin sonucunu Sultan Süleyman’a aynen şöyle anlatır: ” Saadetli padişahım, bu toprağın altında bir hayat olduğu ve bu yeşilliğin, Hızır zamanından kalma ab-ı hayata işaret ettiği gözleri gören akıllı insanlara gün gibi aşikardır. Bunun hemen tamamlanması , Padişahlar padişahının buyruğuna bağlıdır.”
Sultan Süleyman buyruğu verir.
Sinan şerefli bir vakitte ve güzel bir saatte su yolunun yapımına başlar. Birkaç gün sonrada akar suyun hikayesi dillerde dolaşmaya başlar. Bu arada ” Başmimar Sinan gayb iliminden haberdar mıdır ki toprağın altındaki suyu tahmin edebiliyor, ortada su yokken yalnız mimar sözüyle işe başlamak ve hazine dökmek doğru mudur” gibi dedikodularda bir bir peydah olur. Bu dedikodular Sultan Süleyman’ın kulağına gider. Epeyce sinirlenen Sultan Süleyman Kağıthane Çayırı’na gider ve Sinan’a ” Hani, makamıma arzettiğin sular nerededir, gel göster” der. Bunun üzerinede Mimar Sinan garanti ettiği yüz lülelik suyu gösterir ama fazladan elli lüle daha olacağı kesindir der. Dedikodulara noktayı böylece koyar Sinan. Tam padişah yola çıkacakken dilinden şu sözler akar. ” Padişahım, ben kulunuzun su yolları yapılmasında özel bir ihtisasım vardır.”
1554 yılında yapılan Kağıthane sularının yapımı 1563’te biter. Kağıthane suyu tamamlanıp su İstanbul içine ulaşınca yine bu “nifakçılar sürüsü” boş durmazlar. İstanbul’a gelen taze sudan Topkapı Sarayı’na getirip padişaha sunarlarve “Bunda taze su kokusu yok, eski sudur” diye de itiraz ederler. Sinan’ın cevabı aynen şu: ” Saadetli padişaha malumdur ki bu suyu künk ile getirdik. Bu yer ırmağıdır. Bunu kagir yollardan akıttık ki hile ve karışıklıktan arınmış parlak bir pınar olsun. Aslında Sinan’ını kibarca ifade etmeye çalıştığı şu: Su bayat mayat değil. Gayetiyle temiz ve sadededir padişahım.
Kağıthane suyu bitikten sonra sıra Süleymaniye Camii’nin yapımını anlatmaya gelir. Sinan, Osmanlının dört bir tarafından getirilen o koca dört sütunun nasıl dikildiğini anlatır. Mermerlerin nerelerden getirildiğini, camini kapısındaki işlemelerin nasıl yapıldığını bir bir anlatır. Caminin kubbesini ise şöyle tasvir eder: “Ve o kutlu caminin kubbeleri açık denizin üzerini süsleyen dalgaları andırıyordu. Yüksek kubbes ise , gökyüzüne altınla nakşedilmiş bir nurlu güneş gibi açık ve aydınlıktı.”
Tıpku Kağıthane suyunda olduğu gibi aynı nifak çevresi yine dedikodu üretirler. Yapılan dedikoduları Sinan aynen şöyle aktarıyor “…bazı ahmaklar binayı karaçavdan çıkarmaya kadir değildir; kusuru belli ola. Kubbenin durmasında şüphe vardır. Herif ona hayrandır. Bütün gününü öyle geçirir; bir çare bulamıyor. Kendi işine sevdalanmış ve delilik derecesine varmıştır.”
Tabi o zaman Sinan bu dedikodulardan haberdar değildir. Bir gün mihrabın ve minberin hazırlanması ile uğraşırken Sultan Süleyman gelir. Dedikodularla hidetlenen padişah ” Neden benim camimle ilgilenmeyip önemsiz şeylerle zamanını boş geçirirsin. Atam Sultan Mehmet Han’ın mimarı sana örnek olarak yetmez mi? ” Bu açık bir tehdittir. Sonra ekler padişah: “Bu bina ne kadar zamanda tamam olur tez zamanda haber ver yoksa sen bilirsin.” Sinan cevabı hemen verir ” Saaadetli padişahın devletinde, iki ayda inşallah tamam olur” . Bunun üzerine de dedikodu yapanlar ” Mimarın deliliği belli oldu. Birkaç yıllık iş hiç iki ayda biter mi? Herif başının korkusundan aklını oynattı” derler.
Sinan kulak asmaz tabi. Ne kadar yapı ustası, işsiz taş yontucusu, ve halktan başıboş kimseler varsa hepsini sıkı bir biçimde düzene koyup, gece-gündüz bir an ve bir saat bile durmadan, demirli asa ile işleri denetleyerek camiyi iki ayda bitirir.
Sinan, Süleymaniye Camii’den sonra en fazla sevdiği yapılardan biri olan Büyükçekmece Köprüsü’nü anlatır. Köprünün bulunduğu yerde daha öncesinde, Bizans ve Osmanlı döneminde köprü bulunur ama hep yıkılır. Sinan, buradaki köprülerin yıkılmasının nedenini Kanuni Sultan Süleyman’a şöyle açıklar: ” Padişahım bu köprünün yıkılmasının sebebi şudur. Hazineden para sarfında tasarrufa özen göstermişler. Köprüyü denizden uzağa çekerek kenardaki batağa oturtmuşlar. Bu yüzden temeli dayanamayarak yıkılmıştır. Kısacası denizin kenarı hem sığ hemde sağlam olduğu için köprüyü denizin tarafına kondurmak daha iyidir.” der ve kolları sıvayıp köprüyü yapmaya başlar. İlk önce gölün içindeki suları büyük tulumbalarla çektirip temele üç insan boyunda dev kazıklar çaktırır. Bu kazıkların aralarına kurşun akıtarak, kazıkları kurşun kelepçelerle birleştirir ve köprüyü onun üzerine inşa eder. Böylece köprüyü gölün dibine çivi gibi çakar.
Sinan’ın son anlatımıysa ustalık eserim diye bahsettiği Selimiye Camii’nin yapımıdır. Sinan burada Ayasofya’yı nasıl ve neden geçtiğini anlatıyor: ” Bütün dünya halkı ‘Ayasofya kubbesi gibi bir kubbe İslam devletinde bina olunmamıştır. Bunun gibisini inşa etmek imkansızdır. Müslümanlara üstünlüğümüz vardır. O ölçüde bir kubbeyi durdurmak çok çetin bir iştir. Benzerini yapmak mümkün olsa idi yaparlardı’ diyorlardı. Kafirlerin mimar geçinenlerin bu sözleri, ben değersiz kulun gönlünde bir ukde olup kalmış idi. Selimiye Camii inşasında, himmet edip, Allah’ın yardımı ve Sultan Selim Han devletinin gösterdiği güçle, bu yüce kubbenin yüksekliğini Ayasofya kubbesinden altı zira ve çemberini dört zira ziyade eyledim.”
Daha önce Koçbank yayınevi tarafından basımı yapılan ama tükenen ve ancak sahaflarda bulunulabilen Tezkiretü’l-Bünyan bu kez Suphi Saatçi’nin çevirisi ve önsözü ile ” Bir Osmanlı Mucizesi Mimar Sinan” adı altında kitaplaştırıldı. Kitap üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Mimar Sinan’ın sanatçı kimliği ve Sinan’la ilgili genel bir bilgilendirmeden sonra Tezkiretü’l Bünyan’ın günümüz Türkçesine çevirilmiş hali bulunuyor. İkinci bölümde Tezkiretü’l Bünyan’ın orijinali bulunuyor. Üçüncü bölümdeyse orijinal kitaptan çekilmiş olan fotoğraflar bulunuyor.Öyle ki Tezkiretü’l Bünyan’ın orijinal halini burada sayfa sayfa bulmak mümkün. Kitap minyatürlerle, çizimler ve resimlerle renklendirilmiş.
feride geçili says:
elinize saglik