Aslolan yazıydı. Tarih yazıyla başladı. İnsanlığın tarihi yazıyla taçlandı. Yazı bellekti. Mertebeydi. Candı. Canandı. Yazı aşktı. Kimi zaman Tanrı’nın konuştuğu dil kimi zaman da sevgiliye yazılan aşk cümlecikleriydi.
Avrupa’sı, Mısır’ı, Çin’i yazıyı bilirken biz bilmiyorduk. Geç kalmıştık. Ama bi’çare kalmamıştık.
Gün oldu devran döndü, aradan binlerce yıl geçti ve Osmanlı’da yazı doruğa erişti. Adına “Hat” dendi.
İlk olarak Bağdat’ta gelişen hat, Selçuklu’da biraz şekillendi. Osmanlı’daysa doruğa erişti. Bir iktibasdır, derler ki “Kuran Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.”
Sadece Kuran ya da dinsel metinler yazılmadı ki! Camilerin, çeşmelerin, sarayların, köşklerin, kamu binalarının, mezartaşlarının, kitapların, levhaların, hanların, hamamların birer kimlik belgesi olan kitabeleri hep “Hat”la yazıldı “Hat”la süslendi.
Hat ve insan
“Hat”da tıpkı hayat gibi noktayla başlar. Derken noktalar kelime oluverirler. Kelimeler, biraz büyüyüverince cümle…Tıpkı bebeklikten olgunluğa erişen bir insan gibi…
Vav’da böyledir mesela. Hayat gibi, insan gibidir. Çünkü Vav’ın insan gibi bir alnı, tepesi, gözü, gıdığı, çenesi vardır. Başını kucağına gömmesi vardır. İnsanın anne rahmindeki duruşuna benzer. Bu kadar insanidir Hat.
Hat sanatında bir ekol sahibi olan Kazasker Mustafa İzzet Efendi
Kazasker Mustafa İzzet Efendi, 1801’de Kastamonu’nun Tosya kasabasında İzzet adıyla doğdu. İzzet’in adını anası mı verdi yoksa babası mı belli değil. Belli olan şu: İzzet daha 3-5 yaşındayken babasını kaybetti ve annesi onu tahsil görmesi için İstanbul’a, Fatih’te bulunan Başkurşunlu Medresesi’ne gönderdi.
1814 yılının bir Cuma günü Eminönü’nde bulunan Hidayet Camisi’nde Nat-ı Şerif okurken kaderi birden değişti İzzet’in. Çünkü camiden içeri Sultan 2. Mahmut girmişti ve henüz 13 yaşında olan bu delikanlının sesini çok beğenmişti. Emretti “bu delikanlı Enderun’a alınsın” dedi. Ve o anadan itibaren İzzet’in kaderi değişti. İzzet artık sıradan biri olmayacaktı. Devlet kademelerinde en üst konumları zorlayan bir bürokrat, hatta sanatçı olacaktı.
İzzet, Enderun’dayken musiki dersleri aldı. İyi derecede ney çalmasını öğrendi. Dönemin en iyi hat üstatlarından olan Yesarizade Mustafa İzzet’ten hat dersleri aldı.
Aradan onlarca yıl geçti. 1849 yılında Padişah Abdülmecit’in başimamlığına getirildi. Sonrasında Osmanlı’nın Selanik, Mekke, İstanbul gibi önemli vilayetlerinde kadılık yaptı. Kadılık görevlerinden sonra da Şeyhülislamlığın bir alt makamı olan Rumeli Kazaskeri oldu.
Kazasker Mustafa İzzet tahmin edebileceğiniz gibi, Mustafa adını hat hocası Yesarizade Mustafa İzzet’ten, Kazasker adını da Rumeli Kazaskerliği’nden aldı.
Kazasker Mustafa İzzet evet iyi bir bürokrattı, evet iyi bir musikişinastı, evet iyi bir neyzendi ama onun esas ustalığı hattatlıktaydı. Çünkü hat sanatında kendine ait bir ekol oluşturabilen az sayıda hattattan biriydi. Bugün Kazasaker Mustafa İzzet deyince akla ilk gelen şey Ayasofya’da bulunan ve devasa ölçülere sahip olan 8 adet hat levhasıdır.
Ayasofya’ya damgasını vuran hat levhaları
Ayasofya′ya girdiğinizde sizi etkileyecek onlarca şey vardır ama ikisi derinden etkiler. Biri, sonsuzluk hissi veren kubbesidir diğeri de bu sonsuzluğa yakışan devasa hat levhalarıdır.
Allah, Muhammed, Hasan, Hüseyin ve ilk dört halifenin adlarının Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından 1849’da celi sülüs hat tekniğiyle yazıldığı bu levhalar İslam dünyasının en büyük hat levhaları olmakla ünlüdür. Boyu 7,5 metre olan bu levhaların, harf kalınlığı 35 santimetredir. Usta, levhaları kenevirden oluşturulmuş yeşil zemin üzerine altın yaldız ile yazdığından Ayasofya Cami’ye asıldığı tarih olan 1849’dan günümüze kadar parlaklığını kaybetmemecesine korur.
1934 yılında Ayasofya Cami müzeye çevrilince Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin bu levhaları Sultanahmet Cami’ye asılmak için bulundukları yerlerden indirilir. Ama levhalar Ayasofya’nın en büyük kapısı olan imparatorluk kapısından çıkarılamaz. Çünkü bu levhalar, Ayasofya’nın en büyük kapısından daha büyüktür. Levhaların çıkarılamayacağı anlaşılınca 1949’da yeniden yerlerine asılır.