İstanbul’u her dile getirişimizde, dünya kenti dememizin nedeni ne 15 milyonu aşan nüfusu ne içinden deniz geçmesi ne de Osmanlıya payitahtlık edip o zamanlar bilinen dünyanın önemli bir kısmının buradan yönetilmesi. İstanbul’u dünya kenti yapan şey devraldığı mirası. Bizans ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçmesi. Tarihin derin kuytularında birbirini beslemesi.
İstanbul’u İstanbul yapan şey, İslam mirası olduğu kadar gayrimüslim mirası. Tek kelimeyle Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin mirası olmasa İstanbul İstanbul olmazdı.
İstanbul’da her semtte başka bir inanç, başka bir kültür karşımıza çıkar. Öyle ki bu kent sem semt milletlere bölünmüştür adeta. Fener’e gittiğinizde Rumların, Balat’a gittiğinizde Yahudi’lerin, Samatya’ya, Kumkapı’ya gittiğinizdeyse Ermenilerin ibadethaneleri, eski evleri, okuları ile kuşatılırsınız. Bu kentte yaşam biraz da böyledir. Bir semtten bir semte adım atarken bir tarihten başka bir tarihe, bir inançtan başka bir inanca bir kültürden başka bir kültüre adım atarsınız. Böylece her semtte farklı bir tarihçe yle kuşatılırsınız.
İstanbul’un gayrimüslim mirasına yönelik onlarca kitap var. Ama biz ilk önce uzun amanlar raflarda kalmayı
Son zamanlarda İstanbul’un bu mirasını tanımaya yönelik dikkat çekici 3 kitap çıktı. Biri İstanbul’un Ermeni mirasına odaklı “Osmanlının Gayrimüslim Tarihinden Notlar“, diğeri İstanbullu Rumlar, bir diğeriyse “Yahudilerin İstanbul’u”
“Osmanlının Gayrimüslim Tarihinden Notlar”
İstanbul’da Ermeni mirasını anlamak demek neredeyse koca Ermeni tarihini anlamak demek. Çünkü Ermeni tarihine yön veren siyasi, idari ve sanatsal kişilikler bu kentte doğmuş, bu kentte yaşamış. İstanbul’un Osmanlıya 500 yıl başkentlik yaptığını ve 3 kıtanın bir bölümünün buradan yönlendirildiğini düşünürsek bu durum gayet doğal görünüyor.
Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı olan Ermenilerin Osmanlı tarihindeki birkaç önemli noktasından iki tanesi kitabın merkezini teşkil ediyor: Biri Papalığın misyonerlik faaliyetleri sonucu Katolik bir Ermeni cemaatin oluşması diğeri 1821 Yunan İsyanı.
Noktanın birincisinden başlayalım.17. yüzyılda Papalık Ermenilerin üzerindeki gücünü artırabilmek için bir misyonerlik okulu kuruyor ve misyonerlik faaliyetlerine başlıyor. Papalığın bu çalışmaları yaklaşık 150 yıl sonra meyvelerini veriyor ve Katolik Ermeni Cemaati geniş bir kitleye ulaşıp kemikleşiyor. Tabiki bu durum Ortodoks Ermenilerin hiç hoşuna gitmiyor ve “Patrik Katolik Ermenileri kiliseye aldı, hepimizi katolik yapacak” diye bir söylenti yayılıyor. Bu durum Osmanlıdaki ilk Ermeni isyanını başlatıyor. Sanıldığı gibi ilk Ermeni isyanı Osmanlıya karşı ulusal nedenlerden dolayı çıkmıyor bir cemaat ve mezhep meselesi yüzünden çıkıyor. İsyan sonucunda nur topu gibi yeni bir cemaat doğuyor: Katolik Ermeni Cemaati.
Kendisi de bir Ermeni olan ve henüz 26 yaşında olan Saro Dadyan “Osmanlının Gayrimüslim Tarihinden Notlar” adlı kitabına girişi bu olayı anlatarak başlıyor.
İkincisi ise 1821 de Mora’da çıkan Yunan İsyanı. Çünkü bu isyan sonucunda Rumlar Osmanlı bürokrasisindeki ayrıcalıklı konumunu kaybediyor ve Ermeniler bürokraside hızla yükseliyorlar. Öyle ki Osmanlının ilk gayrimüslim nazırı (bakanı) bir Ermeni olan Kirkor Ağaton.
Kitaptaki ikinci makale ise bu hikayeyi konu almış: Osmanlının ilk gayri müslim nazırı (bakanı) olan Kirkor Ağaton’un sevincinden kalp krizi geçirerek bir gün bile nazırlık yapamadan cennete gitmesini.
Kitap, bu gibi portrelerle dolu. Hemen birkaçını örnek verecek olursam Musurus Paşa’nın diplomatik krize neden olan cimriliği, padişahla çiftliğine tavla oynayan Abraham Paşa’nın son on yılını fakirlik içinde geçirişi, Fransızların üstüne filmler çekilen “Demir Maskeli Adamı” nın aslında Tokat’lı bir Ermeni olan Avedik olduğu, Bay Yüzde Beş Kalust Gülbenkyan’ın hikayesi gibi onlarca hikaye var. Hikayelerin tarihsel bir arka planla başlaması hikayeleri daha anlaşılır kılıyor.
Hikayeler sadece portrelere ait değil yapılara da ait. Mesela Samatya’da bulunan Surp Kevork Kilisesi’nin Rumlar ve Ermeniler arasında defalarca çatışmaya neden olması, borç içinde yüzen Osmanlının Ermeni mimar Sarkis Balyan’a olan borcunu kapatmak için Galatasaray Adası’nı verişinin hikayesi gibi.
Kitap aslında sadece Ermeni tarihine yönelmemiş. Yahudi ve Rumlardan da bahsetmiş ama merkezde Ermeniler var. Dolayısıyla İstanbul’un Ermeni mirasını ve portrelerini anlamaya yönelik olarak rahatlıkla okunabilir.
İkinci kitap Sula Bozis’in “İstanbull’lu Rumlar” adlı kitabı.
Sula Bozis İstanbullu bir Rum ve kendini Rumların İstanbul’daki mirasına, mutfağına, yaşantısına adamış bir yazar. Bozis, Cibali’de Hacımihali Apartmanı’nda doğar. Hemen aşağısında bulunan Aya Nikola Kilisesi’nde de vaftiz olur. Çocukluğu Cibali ve Bakırköy’de geçer. Çünkü anne tarafı kuşaklar boyu Bakırköy’de yaşamıştır.. Beyoğlu’nda bulunan Zaypon Kız Lisesi’ne kayıt olunca da Beyoğlu’na taşınırlar. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun olur. Ama felsefe üzerine hiç kitabı yoktur. Çünkükendi kimliğine, kimliğinin mirasına ve mutfağına kafa yorar. Kitaplarının adları ise birbirinden lezzetli: İstanbul Rumlarından Yemek Tarifleri, Kapadokya Lezzeti: Kapadokyalı Rumların Yemek Kültürü, İstanbul Lezzeti.
En son ki kitabı ise “İstanbullu Rumlar” adını taşıyor. Rumlar Fener, Tatavla (Kurtuluş), Samatya, Kumkap, Galata, Pera gibi semtlerde yoğun olarak yaşarlardı. Bozis kitabında bütün semtleri değilde sadece Galata ve Pera’yı merkezine almış. Dolayısıyla kitap Pera (Beyoğlu) Rumlarının yaşantısı, eğitimi, cemaat yapısı ve yapının kendi içindeki kuralları, gündelik yaşamı, doktorları, avukatları , bankerleri, eczacıları, fotoğrafçıları, mimarları, kuyumcuları, meslek örgütleri, kültürel kurumları ve eğlence hayatına kadar her şeyi birbir anlatılıyor.
Osmanlıda cemaatlerin merkez noktasında ibadethaneler bulunurdu. Dolayısıyla Rum cemaatininde merkezinde kilise var. Peralı Rumlar’ın resmi bir statüye kavuşmasıysa şu an Odakule’nin hemen yanında bulunan Panayia Kilisesi’nin 1804 yılında kurulması ile başlıyor. Kilise, yardım derneklerinden sosyal yardımlaşmaya, eğitimden vakıflara kadar her konuda başrolde. Hatta Rum Cemaati’ni düzenleyen ve denetleyen kurulun ofisi bile kilisenin bahçesinde bulunuyor. Cemaatin oldukça muhafazakar olduğu yeniliklere karşı direnç gösterdiği kitabın altını çizdiği cümlelerden.
Üçüncü kitapsa, gayet iddalı bir ad taşıyor: Yahudilerin İstanbul’u. Yazar Okşan Stvatsic en son söyleyeceğini kitabının adıyla beraber söylemiş: Yaşantısıyla, yapıtlarıyla, sokaklarıyla, ibadethaneleriyle herkesin bir İstanbul’u var.
Kitap esas olarak iki bölümden oluşuyor. “İstanbul daha Bizantion kenti iken Yahudilerin vatanıydı” diyerek başlayan tarihçe bölümü Bizans, Osmanlı, Cumhuriyet derken günümüze kadar ulaşıyor
İkinci bölümse İstanbul’daki Yahudilerin portrelerini, mimarisini tarihsel bir sıralamaya göre değil de semt semt anlatıyor.
Dolayısıyla bir gezi mantığı içinde rahatlıkla değerlendirilebilir. Mesela, Karaköy-Şişhane-Galata-Beyoğlu hattında 37 ayrı başlık var. Bu başlıklardan bazıları sinagoglar, bazıları köklü Yahudi ailelerini bazılarıysa ünlü işadamlarının yaşantısını anlatıyor.