web analytics

İstanbul ilginç bilgi

Ey tesadüf, sen nelere kâdirsin! Ya da tesadüfün yazdığı tarih mi demeli?

Fransızlar soğuk şaraplarımız ısınmasın, aman şunlara bir mahzen yapalım derken koca bir Bizans sarayı bulmuşlardı çünkü. Değil Marmara’nın, değil Türkiye’nin, dünyanın en büyük devrimine İstanbul’un da ortak olduğunu ortaya koyan arkeolojik keşifi bulan bir demiryolu işçisiydi. Sultanahmet Meydanı’nı süsleyen Yılanlı Sütun’un 250 yıldır kayıp olan başı, hafriyatın içinden bir anda peyda oluvermişti. Dünyanın en değerli elmaslarından birini, çöplükte dolaşan yoksul bir çocuk bulmuştu. Ya, dünyanın en nadir arkeolojik keşiflerinden biri olan 8000 yıllık ayak izlerinin tesadüfen bulunmasına ne demeli…

Şaraplara mahzen yapalım derken bulunan Bizans sarayı

Eğer, bir ucu Topkapı Sarayı’na bir ucu Sarayburnu’na bir ucu Cankurtaran’a uzanan bir üçgen çizerseniz, çizdiğiniz matematiksel olarak bir üçgendir amma, tarihsel olarak “essah İstanbul“dur. Çünkü İstanbul tam da bu üçgeninin içinde kurulmuş dahası buradan yönetilmiştir.

İstanbul’un kurucusum olan Byzantion bu üçgenin içinde kurulmuş; kentin bir sonraki sahibi olan Bizans İmparatorluğu, devleti yönetmek için bir saraylar kompleksi olan Büyük Saray’ı bu alana inşa etmişti. Osmanlı’da Topkapı Sarayı’nı bu üçgen içine yapmış, yaklaşık 400 yıl devleti buradan yönetmişti.

Bu üçgen içinde Bizans İmparatorluğu’nun Büyük Sarayı’ndan başka Mangana adlı başka bir sarayı daha bulunuyordu.

Bizans’ın ünlü saraylarından olan, bir çok seyyahın da övgüyle bahsettiği Mangana Sarayı, adını bölgede bulunan ve Mangana adı verilen  savaş araç gereçlerinin depolandığı mahzenlerden almıştı.

Mangana Sarayı köşkler, avlular, kiliseler, manastırlar ve ayazmalardan oluşan bir kompleksti. 9. yüzyılda yaptırılan saray 12. yüzyılın sonlarına doğru bizzat Bizans imparatoru II. İsakios tarafından yıktırılmıştı. Saray öylesine yıktırılmıştı ki yaklaşık 50-60 yıl sonra bölgeye gelen Rus hacılar sarayın kalıntılarını bile görememişlerdi.

Osmanlı’da, Mangana adı verilen mahzenleriyle ünlü bu bölgeyi tıpkı Bizans gibi askeri depo olarak kullandı ve bugün hala görülen dört büyük askeri depo inşa etti.

1. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul  işgal edilince, günümüzde üzerinde askeri tesislerin ve demiryolunun bulunduğu bu bölgeye Fransızlar el koydu. Ordunun şaraplarını, sıcaktan korumak için serin bir yere ihtiyaç duyulduğunda ilk olarak Fransızların aklına, bölgede bulunan mahzenler geldi. Ama mahzenler aradan geçen yaklaşık bin yılda molozlarla dolmuştu. Soğuk şarabın içiminin harika olmasının yarattığı hapharika motivasyondan olacak bir an önce kolları sıvayıp mahzenlerde bulunan molozları boşaltmaya başlamışlardı bile. Ve, Avrupalı olmalarından mütevellit moloz boşaltma işlemlerini inşaat ustalarının liderliğinde değil, arkeologların liderliğinde yapmışlardı. İşte o arkeologlar, şaraplara mahzen yapalım derken, bin yıllık Bizans Sarayı’nı günyüzüne çıkardılar.

Dünyanın en değerli elmaslarından biri çöplükte şans eseri bulundu

a (2)

Eğer bir çocuk 1699’un herhangi bir mevsiminin herhangi bir ayının herhangi bir gününün herhangi bir saatinde İstanbul’un meşhur Eğrikapı Çöplüğü’nde dolaşıp, para edecek bir şeyler aramasaydı, dünya şu an sahip olduğu en nadide elmaslarından birine asla sahip olamayacaktı.

İstanbul’u kem gözlerden koruyan, bir nazar boncuğu gibi çepeçevre kuşatan surların kapılarından biri olan Eğrikapı, kapı olmaklığı kadar çöplüğüyle de ünlüydü bir zamanlar.

Bir çocuk vardı. Adı Ahmet’ti, belki Mehmet, belki de Dimitri’ydi. Belki 10 yaşındaydı, belki 12, belki de 15. Belki Türk’tü, belki Rum, belki de Çingene. Çocuktu işte. Ve yoksuldu. Yoksa Eğrikapı Çöplüğü’nde neden dolaşsındı ki?

Osmanlı’nın çöküşünün miladı olan Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı o mel’un yılda, yani yıl 1699’da çöplükte dolaşan o çocuk parlak bir taş buldu.

Ve çocuk, çöplerin içinde bulduğu parlak taşı, üç tahta kaşık karşılığında bir kaşıkçıya sattığında çok sevinmişti muhakkak. Ama üç tahta kaşığa sattığı parlak yuvarlak taşın dünyanın en pahalı elmaslarından biri  olduğunu bilseydi, çıldırırdı muhakkak.

Dünyanın en değerli elmaslarından biri olarak kabul edilen ve şu an Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde sergilenmekte olan Kaşıkçı Elması, dünya gündemine hiç hesapta yokken, tesadüfen, bir çöplükten böyle merhaba demişti.

 Yılanlı Sütun’un kayıp başı

eeeeee

İstanbul başkent olarak ilan edildiğinde dünyanın dört bir tarafından getirilen sütunlarla süslenmişti. Bu sütunlardan biri de Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun’du.

Yılanlı Sütun Yunanlılar tarafından MÖ 5. yüzyılda, Perslere karşı kazanılan savaşın anısına yapılmış ve Apollon Tapınağı’nın önüne dikilmişti. Birbirine burularak sarılan üç yılandan oluşan sütunun tepesinde dev bir tütsü kazanını taşıyan üç yılan başı bulunuyordu.

Bizans imparatoru Büyük Konstantin, İstanbul’u anıtsal dikilitaşlarla süslemek için 330 yılında Yılanlı Sütunu İstanbul’a getirtti ve o zamanlar Hipodrom olarak bilinen Sultanahmet Meydanı’na diktirdi. Ve 1700 yılına kadar sapasağlamndı Yılanlı Sütun.

1700 yılının bir gününde yılanların başları koptu birdenbire. Ve kopan başları bir daha gören olmadı. Yılanlı Sütunun’un üç başı sırra kadem basmıştı sanki. Ta ki 1848 yılına kadar.

Sultan Abdülmecit Ayasofya Cami’nin restorasyonu işini İstanbul’da bir çok yapıya imza atan Fossati Kardeşler’e vermişti. Fossatiler 1847 yılında başlayan restorasyon sırasında sıva altında bulunan mozaikleri ortaya çıkaracaklar, gerekli bakımlarını yapacaklardı. Yıllar süren restorasyon sırasında Fossatiler, birçok mozayiği ortaya çıkarıp bakımını yaptılar. Hatta o ana kadar bilinmeyen ve ikinci katta bulunan Deisis yani Yakarış Mozayiği’ni de Fossatiler bulmuştu.  Fossatiler bu restorasyon sırasında sadece Deisis Mozayiği’ni bulmakla kalmadılar, 1700 yılında Yılanlı Sütun’un sırra kadem basan üç başından birini, Ayasofya kazıları esnasında çıkan hafriyat içinde buldular.

Böylece sırra kadem basan üç yılan başından biri bir hafriyat içinden tesadüfen bulunmuş oldu. Bu başı görmek isteyenler Arkeoloji Müzesi’nin İstanbul eserleri bölümünde izleyebilirler.

 Bir demiryolu işçisinin bulduğu en büyük devrim

f

Neolitik Çağ. Devrimlerin en büyüğü, en hası, atası. Tahılların yetiştirilmesi, hayvanların evcilleştirilmesi, köy yaşantısı ve sınıfların oluşması. Bir sosyal varlık olarak insanın olgunlaşması. Uygarlığın dibi yani. Günümüz medeniyetinin atası.

1908 yılında İstanbul- Bağdat Demiryolu yaptırılırken, demiryolunun Fikirtepe muhitinde çalışan işçi olan Miliopulos kazıdan çıkan birkaç çanak çömleği görünce, eski  devirlere dair birkaç buluntu bulduğunu biliyordu. Ama önüne çıkan bu buluntuların yalnızca İstanbul’da değil, Marmara Bölgesi’nde tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşantısının başlangıç noktasını teşkil eden bir devrimin işaret fişeği olduğunu elbette bilmiyordu.

İstanbul’da hatta Marmara Bölgesi’nde tarım ve hayvancılığa dayalı köy yaşantısı Fikirtepe ile başlamış, buradan çevreye doğru yayılmıştı. Eğer medeniyetin neolitik devrimle yani tarım ve hayvancılığa dayalı yerleşik yaşantıya geçişle beraber başladığını kabul edersek, İstanbul’da medeniyet Fikirtepe’de başlamıştı. Ve İstanbul’un tarih öncesine uzanan bu derin arkeolojik keşif bir demiryolu hattı kazısında tesadüfen bulunmuştu.

Tesadüfen bulunan 8000 yıllık ayak izleri

ayak izleri

Asya kıtasını Avrupa’ya denizaltından tüp geçit ile bağlayan Marmaray kazıları başladığında kimi arkeologlar İstanbul’un Bizans, Roma dönemine hatta Byzantion dönemine ait buluntular çıkarılabileceği tahminlerinde bulunmuşlardı. Ama hiç kimse dünyanın en etkileyici, en ilginç keşiflerinden birine imza atılabileceğini tahmin etmemişti.

“Taşı toprağı altın” olmakla ünlü bu kentin bir diğer ünü de “toprağı kazsan tarih fışkırırdı”

Fışkırdı da. Hem de nasıl. Dünyanın en ilginç, en etkileyici keşiflerinden biri yerin 8 metre altından peyda oldu.

Yenikapı’da yapılan kazılarda arkeologların hissiyatlarını doğrularcasına Bizans’ın erken dönemlerine dair gemi, çanak-çömlek, takı, amfora vesaire kalıntıları bolca çıkmıştı. Ama o buluntuların altında, deniz seviyesinin yaklaşık 8 metre aşağısında, 390 adet ayak izi bulundu.

Bu ayak izleri 8 bin yıl önce, Yenikapı bölgesinden avlanmaya giden belki de avdan dönen bir grup insana aitti. İnsanlar, bu alan çamurken ayak basmışlar, ayak izleri de zamanla kuruyup kalıp haline gelmişlerdi. Ayaklarını bastıkları yerin hemen yanında bulunan dere yatağı bir sel sonucu taşınca, kurumuş ayak izlerinin üzerini sarı deniz kumuyla örtmüştü. Onun üzeri de daha sonra kat kat örtülmüştü. Balçık, kil olduğu için dere kumuyla karışmamış böylece ayak izleri, kalıp gibi bozulmadan günümüze kadar gelebilmişti. Son olarak şunu da eklemek gerekir. Dünyada bu tür ayakizlerine pek rastlanmıyor!

Bu yaziya 11 yorum yapilmis.

  • Çocukluğumda Ordu Caddesi üzerindeki kaldırımda Bizanstan kalma sütunlar vardı ve hergün önlerinden geçmek hoşuma giderdi. Ne yazık ki artık yoklar. Uzun süredir Istanbul’dan uzakta olduğum için nereye kaldırıldıklarını veya yok edildiklerini bilemiyorum. Yine aynı yol üzerinde süpürgecilerin olduğu tarihi bir yapı vardı artık o da yok. Marmaray için kazı yapılırken bulunan tarihi eserler ne durumda? Bu konularda da aydınlatırsanız mutlu olurum. İyi günler

  • Mozayik değil mozaik, harfiyat değil hafriyat.
    Byzantion İstanbul’un kurucusu değildir. Byzantion bölgede kurulan ilk şehrin adıdır ve kurucusu da Bizas’tır. Yenikapı’da yapılan kazılarda Bizans’ın değil İstanbul’un erken dönemlerine ait kalıntılar bulunmuştur, eğer İstanbul demek istemiyorsanız Konstantinopolis te diyebilirsiniz.

    • Zeynep Hanım, “mozayik” doğru kelimedir. O konuda bir sıkıntı yok. “İstanbul’un kurucusu olan Byzantion” konusunda da sıkıntı yok. Bu minvalde “İstanbul’u başkent yapan Bizans” derseniz de yanlış yapmış olmazsınız. Zaten kimi yazılarda da bu şekilde kaleme alınır. Bir diğer eleştirdiğiniz konu da bununla birebir bağlantılı. Harfiyat konusunu ise bahsettiğiniz gibi “hafriyat” olarak düzenledim.

      • Ramazan Bey, niçin ‘mozayik’ doğrudur dediniz? TDK yazım kılavuzunda söz konusu kelime ‘Mozaik’ olarak geçer ve bizler yazı dilinde TDK’yı baz almak durumundayız. Bir edebiyatçı olarak da yazı dilinde keyfiyetçiliğin olmaması adına TDK Yazım Kılavuzu’nun esas alınmasının daha sağlıklı olduğu görüşündeyim. Şimdi kalkıp lütfen “O esas aldığınız TDK’nın ‘müsait’ kelimesinin anlamını nasıl açıkladığını gördük” demeyiniz 😉

        • Arkeoloji ve Sanat Yayınları’nın “İstanbul Büyük Saray Mozayiği” adlı bir kitabı var. Bu kitabın adında da kitabın bütün sayfalarında da hep mozayik diye geçiyor. Demek ki böyle bir kullanım var. Ben buna istinaden söylemiştim. Yanlışsa da düzeltirim. Sorun değil. Yalnız kimi arkeoloji metinlerinde de mozayik diye geçtiğini biliyorum.

          • Anladım, bazı alanlar kendileriyle ilgili terimlerde böyle bir insiyatif kullanabiliyor; doğrudur. Açıklama için teşekkür ederim. Ancak genele hitap eden yazılı paylaşımlarda yazı dilinde düzen sağlayabilmek adına TDK’nın Yazım Kılavuzunu esas almak daha faydalı olacaktır. Malum, yeni nesil Türkçe yazmayı, sesli harfleri bile unutmuş durumda 😉

      • Ramazan bey; Şimdiye kadar verdiğiniz bilgiler için teşekkürler. Yalnız bu yazınız okurken benim de takıldığım fakat hata insana mahsustur diye düşünerek üzerinde durmadığım konulara Zeynep Acar değinmiş ve ben yazdıkları konusunda kendisinden yanayım:))

  • Eğrikapı’da Tekfur Sarayı’nın olduğunu ve bu sarayın Bizans’ın en muhteşem saraylarından biri olduğunu unutmuşsunuz. Çöplük dediğiniz yerde saray kalıntılarının olması, Kaşıkçı Elması’nın hikayesini bence Bizans’a kadar götürebilir… Çöplük lafı irrite edici bence…

    • Tekfur Sarayı, Osmanlı döneminde bir harabeden ibaret. Osmanlı birara bu sarayı fil ahırı olarak bile kullanmış, birara da çini fabrikası olarak. Dolayısıyla ortada saray diye birşey yok. Kalıntı var. Dediğinizde haklısınız. Burada bir Bizans sarayı kalıntısının bulunması, Kaşıkçı Elması’nın tarihini Bizans’a doğru uzatabilir.

  • Hakikaten ilginç detayların yer aldığı bilgilendirici bir yazı olmuş. Bazılarını ilk defa duyuyorum. Kaşıkçı Elması’nın bulunma hikayesini daha önce de okumuştum ama ben bunun doğru olup olmadığına hâlâ şüpheyle bakıyorum.

    • Aslında bu konuda şüpheye düşecek pek de bir durum yok. Bir görüşe göre Kaşıkçı Elması’nı, Pigot adlı bir Fransız subayı 1774 yılında Hindista’nda satın almış ve Avrupa’ya getirmiş; sonrasında yapılan bir müzayede de Tepedelenli Ali Paşa tarafından satın alınan elmas 2. Mahmut’un hazinesine 1822’de intikal etmiş. Ama gelin görün ki Kaşıkçı Elması’ndan ilk bahseden Osmanlı vakanivüslerinden olan Raşid. Ve Raşid’in ölüm tarihi 1735. İskender Pala’nın konu ile ilgili şu yazısı güzel:http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/kasikci-elmasi_1157220.html

Bir yorum yapın Ramazan Bedük

RSS yapılandırılmış değil.

———————————————————–

————————————————————

———————————————————-

———————————————————-

———————————————————

———————————————————

———————————————————

——————————————————–

————————————————————

——————————————————–

———————————————————

———————————————————–

——————————————————-

———————————————————–

E-mail adresinizi yazın

yeni yazılar posta adresinize gönderilsin
(E-posta adresinize gönderilen linki tıklamayı unutmayın)

——————————————————–

————————————————————

YAZI ETİKETLERİ

———————————————————-

———————————————————–

Yazıların ve fotoğrafların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

————————————————————–

Bu sitede emeğe saygı esastır