İstanbul ve seyyahlar

istanbul seyyah

Seyyah tanıktır. Hayatın, bizim yaşadığımız gibi daha önce yaşanmadığının tanığıdır. Adına Küreselleşeme denen aynileşmenin yok ettiği kültürel zenginliklerimizi  bize hatırlatmaları, yüzümüze tokat gibi vurmaları bu yüzdendir. Olabildiğince taraflı olsalar da alabildiğince sevimlilerdir. Ve bütün sevimlilikleriyle tarihe adını nakşettirenlerdir. Aradan geçen bilmem kaç asıra rağmen halâ da kendilerinden bahsettirenlerdir.

Seyyah normal biri değildir. Olsaydı eğer dünyanın bir ucunda, 35 yaşında,  aile saadetinden epeyce uzakta, kimsesiz bir yol kenarında can vermeyi neden tercih etsindi ki?  Yıllar süren yolculuğun zahmetine ve maliyetine neden katlansındı ki?

Seyyah gökten zembille inmediğine göre bu dünyanın insanıdır. Ve her seyyah kendi yüzyılının adamıdır. Ortaçağ’da yolu İstanbul’a düşen bir seyyah İstanbul’a baktığında gördüğü şey, görmek istediği şey İsa’nın kutsal emanetleriydi. Kiliselerdi. Manastırlardı. Mozaiklerdi. Çünkü Ortaçağ dinin çağıydı. Skolastisizmin çağıydı. İki ilahi dinlediklerinde insanların hüngür hüngür ağladığı, galeyana geldiği bir çağdı. Yüzbinlerce insanın  din ile motive olup Haçlı adı altında ordulaşarak çılgın projelerin peşinde koştuğu bir çağdı.

Yeniçağda gelenlerse İstanbul’un Roma ve Bizans anıtlarına merak saldılar. O anıtları adım adım aradılar. Anıtların uzunluklarını, birbirilerine olan mesafelerini adım adım sayarak notlarını aldılar. Hatta biri adımlarını yanlış atmışsa eğer bunun için okuyucularında özür bile diledi ve şöyle dedi: İnsanın sabah attığı adımla akşama doğru yorgun argın attığı adım aynı olabilir mi? Haklısın sevgili seyyah haklısın. Olmasanda farketmez zaten. Senin yazdıkların yeter. Yerebatan Sarnıcı’nı o adımlarınla buldun ya sadece o bile yeter. Yeniçağ’da gelen seyyahların Roma ve Bizans anıtlarına meraklı olması tesadüf değildi. Çünkü zaman Rönesans zamanıydı. Antikitenin keşfine merak duyan, kendini yeniden tanımlayan, sanatı yücelten bir zamandı Rönesans zamanı. Ve Rönesans’ın ayırtedici bir özelliğide aydınların bir çok alanda uzmanlaşmış olmasıydı. Komple insanlardı. Gelen seyyahlar da öyleydiler. Aynı anda hem balıkbilimci, hem bitkibilimci, hem filolog, hem antikite bilgini, hem de ressam olabiliyorlardı.

Aydınlanma Çağı ve sonrasında gelenlerse Osmanlının gelişmemiş olmasına ve çok milletli yapısına özellikle dikkat etmişlerdi.Çünkü zaman Osmanlının gerilediği, Avrupa’da pozitif bilimlerin geliştiği bir zamandı ve Fransız İhtilali sonrası milliyetçilik yükselmeye başlamıştı.

İstanbul’un farkına varabilmek, keyfini  çıkarabilmek için dergiler, gazeteler, kitaplar ve bilumum  web siteleri sürekli önerilerde bulunurlar. Şu kafeye gidin, şurada kahve için, şuradan manzarayı seyredin şuranın sahili güzeldir, brunchunuzu şurada yapın gibi. Oysa hepsinin görmediği bir  nokta vardır: Seyyahlar. Çünkü seyyahların tanıklığına başvurmadan İstanbul’un keyfine varılmaz.  Seyyahlar  sürükleyici hikayelerini bazen bir sokağın köşebaşına  bazen bir caminin avlusuna bazen de bir çeşmenin yanıbaşına bırakıp öyle gitmişlerdir. Ve kent, hikaye demektir. Ruh edebi bir şeydir çünkü.

Mesela, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli abideleri arasında gösterilen Ayasofya’ya birisi “ben bu yapıyı hiç beğenmedim övüldüğü kadar değilmiş ama biraz ilerideki 2.Mahmut Türbesi daha güzel” dese ne dersiniz? Bre bu çılgında kimmiş der misiniz? Yoksa güler geçer misiniz?

Sırf Eyüp Sultan Cami ve türbesine girebilmek için çarşaf giyip peçe takan Hristiyan bir kadının yakalanmamak için verdiği uğraşlar merakınızı celbeder mi? Ağır adımlarla, meraklı bakışlarla  ama alabildiğine korkarak Eyüp Sultan Cami ve türbesinin içinde gezerken yanındaki arkadaşının habire ” sakın ses çıkarma, Hristiyan olduğunu anlamasınlar” diye dürtüklemesi neyin hikayesidir sizce. Korkunun mu? Ajanlığın mı? Merakın mı? Heyecanın mı?

Ya da  çıksa biri ” ben Rumelihisarı’nın şu burcunun şu katında  kaldım. Hücrem daracıktı, ayağa bile kalkamıyordum. Ama yıllarca burada çanak yalayarak yaşadım” dese o soğuk  burç artık  ruh sahibi değil midir?

Peki bir başkası bir vaftizhanenin içine girse, duvarlara çizilmiş İsa’nın vaftizini gösteren sahneleri ballandıra ballandıra anlatsa ama şuan tam da o odanın içinde iki padişah yatsa ne dersiniz? Hatta o sahnelerden küçük bir kısmı hala görünüyor olsa…

Yıllarca kaldığı hana içinde gördüğü yaratıklardan dolayı Nuh’un Gemisi adını takan  biri yeterince ilginizi çeker mi? Eğer çekmediyse bu kişi şu ya da bu kişi değilde bir devletin elçisi olsa… Gelincikler, yılanlar, kurbağalar, kertenkeleler ve akreplerle koyun koyuna yaşasa…

Söz konusu seyyahlarsa hikayeler bitmez. Bu haliyle seyyahlar hikayeden hikayeye kapı aralayan Binbirgece Masalları’ndaki cinlere benzerler. Hikayelerini tıpkı bir cin gibi İstanbul’un semtlerine, camilerine, kiliselerine, çarşılarına, yollarına, çiçeklerine üflemişlerdir. Öyle ki seyyahların tanıklığına başvurmadan İstanbul’u anlamak, ruhunu kavramak imkansızdır.

Bazen o kadar abartırlar ki her duyduklarını yazarlar. Canlı canlı kızartılmış bir cariyenin gümüş bir tepsi içinde sahibine ikram edilmesini inanması zordur ama inanarak anlatırlar.  Yumurtayı bütün olarak yutup 15 dakika sonra bütün olarak çıkartan adamın hikayesi bağırsaklardan çıkan pis kokulu gazlarla bütünleşiktir ama anlatıcısı iştahla anlatır işte. Defalarca din değiştirip Müslüman mı yoksa Hristiyan mı olacağına bir türlü karar veremeyen bir adamcağızın sonuçta kazığa oturtulması sakin bir üslupla anlatılan sıradan bir hikayedir bazen.

İstanbul’u seyyahların notlarından okumak zor ve meşakkatli bir iştir. Sadece seyahatnamelerin adlarını toparlamak bile epey bir zaman alıyor. Adlarını bulsanız kitabın kendini bulamıyorsunuz. Çünkü bu kitapları kimse okumuyor. Dolayısıyla kitabevleri bu kitapları raflarına koymuyor. Sahaflarda aramakta ayrı bir dert. Ayrı bir zaman. Ayrı bir para.

Şu ana kadar seyyahların gözünden İstanbul temasını işleyen bir kaç tane kitap yazılmış. Söz konusu kitaplarda format aynı: Seyyahın kısaca hayat hikayesinden bahset, seyahatnameden seçilmiş bir pasajı da  o hikayenin altına naklet. Bu formatın dışına çıkmanın elzem olduğuna inandığımdam olacak seyyahların İstanbul’un anıtlarıyla içiçe geçmiş hikayelerini kaleme almaya başladım. Zamanla peyderpey yayınlayacağım.

Seyyah-ı zaman tanıktır…

Yorum yapmak istermisiniz?

RSS yapılandırılmış değil.

———————————————————–

————————————————————

———————————————————-

———————————————————-

———————————————————

———————————————————

———————————————————

——————————————————–

————————————————————

——————————————————–

———————————————————

———————————————————–

——————————————————-

———————————————————–

E-mail adresinizi yazın

yeni yazılar posta adresinize gönderilsin
(E-posta adresinize gönderilen linki tıklamayı unutmayın)

——————————————————–

————————————————————

YAZI ETİKETLERİ

———————————————————-

———————————————————–

Yazıların ve fotoğrafların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

————————————————————–

Bu sitede emeğe saygı esastır