Boğaziçi’nde her daim görürsünüz onları. Onlar Boğaziçi’nin gruplar halinde son sürat uçan kuşlarıdırlar. Bir tür karanlıklar martısıdırlar. Denizin yüzeyinde kara damlalar gibi görünmeleri bu yüzdendir. Çokça yazıya, şiire konu olmuşlardır. Bir seyyahın namlusunun ucuna da…

Tam 150 yıl öncesinden Boğaziçi’nden bir av hikayesi.

yelkovan kuşları 111

 

Torun konuşuyor

Dedem Rene Du Parquet 1833’te Paris’te  doğdu. Babası Achille Parguet, bir yandan Danıştay’da dilekçe dairesi başyardımcılığı yaparken bir yandan da Emniyet Sandığı yönetim kurulu üyeliği yapan bir devlet memuruydu. Annesi Camille Collier, bir İngiliz sanayicinin kızıydı. Bu yüzden dedem ana dili Fransızca’nın yanında İngilizce’yi de çok iyi bilirdi. Sırf bu anne tarafından konuşulan dili iyi biliyor olmanın dedeme bir zaman sonra İstanbul’un kapılarını aralayacağını herhalde ne dedemin babası ne dedemin annesi ne de dedemin kendisi tahmin etmiyordu.

Parquet ailesi 1838’in Haziran’ın da ailecek Normandiya’ya gitmişlerdi.Dedem Rene Du Parquet daha o zamanlar 6 yaşında bile değildi. Ama dedemin babası ona her akşam gün boyunca yaptıklarını, gezip gördüklerini anlattırıyor bu da yetmezmiş gibi küçük bir deftere not ettiriyordu. Ağaç yaşken eğilirmiş diyorlar ya, doğru söylüyorlar. Dedem hem geziyor hem görüyor hem de sıkı bir eğitim alıyordu. Mesela 22 Haziran gününü defterine şöyle not etmişti.” 22 Haziran günü arabayla yola koyulduk ve büyük bir dağa yaya olarak tırmandık. Küçük bir patika boyunca vahşi sardunyalarla yavşan otu topladık… Sazlığın yanından yürüyerek geçtik ve suyun üzerinde dans eden böceklerle aynı zamanda konser veren kurbağalar gördük”

Dedem, anlayacağınız gibi  doğaya, ava, bitkilere, hayvanlara  özellikle kuşlara gayet meraklıydı. Zamanla da kendisini bu konuda epeyce geliştirdi. Arazi gezileri yapıp, bitki ve böcek topladı. Bilimsel incelemeler ve okumalar yaptı. Seyyah olup alemleri dolandı. Gerçek bir doğa bilimcisi oldu. Ama hayatını bir doğa bilimcisi olarak kazanamadı. Bankacıydı.

 

Yazar konuşuyor

Osmanlı Bankası, 1856’da Londra’da, İngiliz sermayesiyle kuruldu. Bir İngiliz bankası olan bu kurum özellikle 1862’de Osmanlı Devleti’ne borç para sağlarken sergilediği başarılı performans nedeniyle Osmanlı hükümet yetkililerinin dikkatini çekmişti. Osmanlı’da uzun zamandır bir devlet bankası oluşturma fikri vardı ve Osmanlı Bankası’da bu tür bir banka için biçilmiş bir kaftandı. Ama banka fazla İngiliz’di. Bu durum, ekonomideki İngiliz ağırlığını artıracağı endişesini taşıdığı için Osmanlı hükümet yetkililerince tehlikeli olarak görülüyordu.  Banka sermayesinde İngilizlerle Fransızlara eşit pay verilince sorun çözülmüş daha doğrusu dengelenmiş oldu. Böylece Osmanlı, İngiliz ve Fransız sermayesiyle üç ortaklı olarak yeniden oluşturulan banka 1863 yılında Bank-ı Osman-i Şahane adı altında yeniden açıldı. Banka, Osmanlı’ya borç kaynağı yaratacak, borçlanmalarda aracı rolü üstlenecek ve devlet bankalarının en önemli imtiyazlarından biri olan para basma hakkını kullanacaktı. Tıpkı günümüzdeki Merkez Bankası gibi.

Osmanlı Bankası’na Fransız sermayesi ortak olunca bankanın çalışan profilide değişmeye başladı. Önceden İngilizleri çalıştıran banka, yavaş yavaş Fransızları da işe almaya  başladı. Tesadüfe bakın ki bu iş için biçilmiş kaftan kıvamında olan Rene Du Parquet, tam da bu sıralarda iş arıyordu. Baba tarafından Fransız anne tarafından İngiliz olması ve her iki dili de iyi derece de bilmesi sebebiyle işe hemen alınmış olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Haziran 1863’te Osmanlı Bankası’nda işe başlayan Rene Du Parquet, aynı ay Fransa’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşti.

Kaldığı ev o zamanlar Pera olarak adlandırılan Beyoğlu’nda, müzik delisi İtalyanların ve İspanyolların oturduğu bir sokaktaydı. Balkonları çiçeklerle süslü, beyaz, pembe ve mavi evlerin sıralandığı bu sokakta akşamları, her verendadan her açık pencereden buram buram harmoniler, şarkılar, piyano, arp sesleri yükseliyordu.

Rene Du Parquet, Pera’da kaldığı evi kadar ev sahiplerini de çok seviyordu. Ama ev sahiplerinin kızını daha çok seviyordu. Adı Angela’ydı. 22 yaşında, iyi bir müzisyen olan bir İspanyol’du. Evlendiler. Yukarıda konuşan torun Jacqes Paul Rene Du Parquet’in büyükbabası Emmanuel Rene Du Parquet 1869’da bu evlilikten doğmuştu.

Rene Du Parquet’in Haziran 1863‘te başlayan İstanbul serüveni yine bir başka Haziran’da, Haziran 1865‘te son buldu. Bu süre zarfında işten arta kalan zamanlarında bazen İstanbul’u gezdi, bazen de omzuna tüfeğini asıp ava gitti. Seyahati boyunca da küçük küçük notlar tutmayı ihmal etmedi. Fransa’ya gittiğinde bu notlarını temize çekmişti ama 43 gibi oldukça genç bir yaşta hayata gözlerini yumduğundan olacak bu notlarını kitap olarak basma fırsatı bulamadı. Bir seyahatname olan kitabı “İstanbul’da bir yıl” adı altında öldükten sonra yayınlandı

Rene Du Parquet’in İstanbul’a dair gözlemleri özgündür. Birçok seyyahın yaptığı gibi, basmakalıp konuları papağan gibi tekrarlamadı. Onu özgün kılan doğaya olan merakı özellikle de av tutkusuydu.  Kah sandalla Boğaziçi’nde  göçmen kuş avına kah Belgrad Ormanı’na domuz avına gitti. Avladığı hayvanları tadına bakmadan da bırakmadı. Pera’daki evinde aşçısına pişirttiri. Tıpkı 1864 Temmuz’unun bir gününde Kız Kulesi civarına Yelkovan Kuşu avlamaya gittiğinde olduğu gibi. Keşke birileri seyyahımız avlanmaya gitmeden önce şu atasözümüzü kulağına fısıldasaydı: Her kuşun eti yenmez.

 

Seyyah konuşuyor

” Temmuz güneşi Pera’yı kavuruyordu.Yabancılar hamamdaymış gibi terliyorladı. Omzumda tüfek Yeniçarşı’dan Tophane’ye olan uzun yokuşu indim.

İskelede yirmi kadar kayıkçı hizmet için etrafıma doluştu. Sandalları az ileride, Boğaziçi’nin mavi dalgaları üzerinde sallanıyordu. Altın boynuzun adını borçlu olduğu sarımsı suyu tam da orada karışıyor Boğaziçi’ne. Nihayet nefes alıyorum. Binelim bakalım sandala.

Esmer tenli bunca kayıkçıyla kuşatılmışken, kayıkçım Mehmet beni uzaktan gördü.O hafif sanadalın arkasına çömelmiş kıyıya yanaştı. Sular gümüş iplikçiler misali süzüldü uzun küreklerden.

– “Üsküdar”

Güçlü kürek hareketleriyle sandal, uzun kanatlarını su üstünde dalgalara vuran martılar gibi hızla kayıyordu.  Az sonra Tophane önünde demirlemiş olan gemileri geçtik. Sağımızda sık korulukları ve tuhaf görünümüyle Sarayburnu yükseliyordu. Avrupa yakasının tepeleri arkamızda kalmıştı ve birbiriyle mücadeleye giren hızlı akıntılara rağmen Asya kıyılarına doğru çabuk çabuk yol alıyorduk.

İşte bir kayalığa hakim duran küçüğcük bir şatonun altındayız. Boğaziçi’nin tek adacığı burası. Türkler buraya Genç Kızın Kulesi diyorlar. Şairane bir efsaneye dayanan hikayesini daha sonra anlatırım size. Çünkü benim avcı dikkatim başka şeylere kaydı.

Kayığımızın sağından ve solundan, beş ile yirmi taneden oluşan siyah kuş sürüleri yıldırım gibi geçiyordu. Hızlarını saatte seksen kilometre olarak tahmin etmek mümkün. Bunlar doğa bilimcilerin İngiliz Yelkovanı dedikleri, fırtına kuşları ve fulmarlar arasında yer alan bir tür karanlıklar martısı. Marmara Denizi girişinde bulunan adalarla Boğazın Karadeniz’e açıldığı yer arasındaki bu alanda uçuşup durur.  Bu civarda bu kuşları dinlenirken hiç görmediğim gibi eğer buralarda yuvaları varsa bunları da görmedim. Türkler bunların hiç durup dinlenmediklerini söylüyorlar. Diyorlar ki bunların bütün hayatı gökyüzüyle suyun arasında geçermiş. Hep tekrar tekrar gidip gelirlermiş. Aynı rivayete göre insanın aklının alamadığı gök ve denizin arasındaki sonsuzlukta ürüyorlarmış. Perdeli ayakları sayesinde havada yumurtlar, kuluçkaya yatar, yavrularını büyütürlermiş  ve bu yavrularda günü gelip yeterince güçlenince hiç durmamak üzere salarlarmış kendilerini. Pek kolay tatmin olmayan araştırmalarını genişlettiler ve bu kuşların yuvalarının sarp kayalıklar olduğunu keşfettiler. Mükemmelen oval biçiminde iri bir yumurtayı ya toprakta kendi kazdıkları bir yuvaya ya da bir kayanın oyuğuna bırakıyorlar.

İşte tam tüfek menzilinde bir kuş sürüsü. Teknenin ateş etmeyi zorlaştıran hareketine rağmen üç numara kurşun iki tanesini düşürdü. Patlama diğer hepsini kargaşaya sevketti.

İkinci bir tüfek sesi tümden karıştırdı ortalığı. Gürültü her iki yakada da uzunca yankılandı, her taraftan bin tanede çığlık cevap verdi buna.

“ Akşam üzeri Pera’ya dönerken, adetim üzere, avımın tadına bakmayı istiyordum.

İskoçya yalıyarlarının cesur kuş toplayıcılarının Yelkovan Kuşu’nun etini çok beğendiklerini, bunu hakikaten genimet sayıp kışın azık olarak saklamak için lahanayla pişirdiklerini duymuştum. Yalnız ilginçtir, genç deniz kuşlarının eti fazla yağlı olmasına rağmen yaşlandıklarındaki o kötü tatta eser yoktur ve İngiliz Yelkovan Kuşu’nun eti kralların ağzına layık diye tabir edilir. Ne üzücü ki benimkiler yetişkindi.Yaşlı aşçım Triandaphylliada’nın itirazları beni fikrimden caydıramadı. Daha önce hiç böyle bir şey kızartmadığını söyleyip duruyordu. Maalesef haklıydı.
Et sertti ve öyle yoğun bir balık kokusu yayıyordu ki, bir lokmasını bile yutamadım, vazgeçmek zorunda kaldım. Kalanlarla Mavrokordato’ya –kedimin adı- bir ziyafet çekeyim dedim, bu yeni yemeği şöyle bir kokladıktan sonra kaçtı bundan sonraki beslenmesini böyle olacak sanıp evin içinde iki gün görünmedi.”

yelkovan

Not: Yazının “Seyyah konuşuyor” bölümü Rene Du Parquet’in “İstanbul’da bir yıl” adlı seyahatnamesinden birebir alıntıdır. Herhangi bir ekleme ya da çıkarma yapılmamıştır.

Yorum yapmak istermisiniz?

RSS yapılandırılmış değil.

———————————————————–

————————————————————

———————————————————-

———————————————————-

———————————————————

———————————————————

———————————————————

——————————————————–

————————————————————

——————————————————–

———————————————————

———————————————————–

——————————————————-

———————————————————–

E-mail adresinizi yazın

yeni yazılar posta adresinize gönderilsin
(E-posta adresinize gönderilen linki tıklamayı unutmayın)

——————————————————–

————————————————————

YAZI ETİKETLERİ

———————————————————-

———————————————————–

Yazıların ve fotoğrafların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

————————————————————–

Bu sitede emeğe saygı esastır