Knut Hamsun’un Açlık adlı romanını okuyanlar bilirler. Okumayanlarda şuradan bilsinler. Açlık’ı okuduktan sonra yemek yiyebilmek biraz meşakkatli bir meseledir. Çünkü bu romanını Knut Hamsun yaşayarak, her bir kelimesini kendi açlığına banarak yazmıştır.
Çağımız insanının Açlık’ı okuması farz kabilinden birşeydir aslında. Çünkü, her insanın dibe vurduğu bir dönem bir hayat kesiti vardır muhakkak. Oturup hıçkıra hıçkıra ağladığı, antidepresanlar kullandığı, intiharın kıyısına yaklaştığı…İşte alıp o zaman okumalı bu romanı.
Çünkü Açlık, dibe vurmuş bir insana yazılan destandır. Ve 1000 antidepresan gücündedir. Yan etkisi de yoktur. Mide bulantısı yapmaz. Şişmanlatmaz. Kitabın sayfalarını karıştıracağınızdan mütevellit biraz uykusuzluk yapabilir. O kadarı kadı kızında da vardır zaten…
Açlık neden 1000 antidepresan gücündedir
Çevirdiğiniz her sayfayla beraber hayata tüm yoksulluğu ve açlığıyla direnen Andreas’la kendinizi karşılaştırabileceğinizden mütevellit, ne kadar zengin olduğunuzu farkedersiniz. İmkanlarınızın ne kadar bol ve çeşitli olduğunun farkına varırsınız. Çünkü siz, köpeğiniz olmamasına rağmen kasaptan köpeğiniz için kemik isteyipte o kemiği dişlemek zorunda kalacak kadar aç kalmadınız hiç. Haftalarca süren açlık sonrası kendi etinizi kesip yemeyi de elbette düşünmediniz. Islak çoraplarınızı kurutmak için çoraplarınızın üzerinde yatmak zorunda da kalmadınız. Ama Andreas yaptı bunların hepsini hatta yeri geldi açlıktan ceketinin cebini koparıp çiğnedi ama ne kalemini ne gururunu ne de insanlık onurunu çiğnemedi hiç.
Alabildiğine yoksul alabildiğine aç, olabildiğine güçlüydü Andreas.
Açlık’ın açlık çeken kahramanı Andreas
Andreas, Norveç’in Kristiania kentinde müstakil bir evin tavanarasında yaşayan, geçimini gazetelere makaleler yazarak sağlayan bir yazardır. Son zamanlarda işleri tersine gitmektedir. Yazılarının akibetine dair ya cevap alamıyordur ya da yazıları reddediliyordur. Sonuçta günlerce beklemek zorunda kalır. Başka bir geliri olmadığı için de günlerce ağzına lokma girmez. Kirasını ödeyemez. Ev sahibi tavanarasındaki odasından kovunca da sokakta yaşamaya başlar. Bu arada makalelerine devam etmektedir ama makaleleri istediği etkiyi yaratmaz.İlk önce günleri bulan açlık nöbetleri sonrasında haftalara yayılır. Derken aylara… Açlığın neden olduğu başdönmesinden tutun da mide spazmlarına kadar türlü sağlık sorunlarıyla uğraşır ama Andreas idealist bir yazardır. Gururundan, insanlığından, kaleminden ve idealizminden kesinlikle ödün vermez. Ne hırsızlık yapar ne dilencilik ne de başkaca bir iş!
Yazar kendini yazar
İslam’ın ünlü düşünürlerinden ve seyyahlarından olan İbn-i Arabi Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Anadolu’yu dolaştıktan sonra “Seyahatim kendimden başka bir yerde vuku bulmadı” der. Gezen kendini gezerdi yani. Tıpkı yazarın kendini yazması gibi.
Knut Hamsun’un hayatı Açlık’la örülmüştü. Edebiyat dünyasına Açlık adlı bir romanla girmesi hiç de şaşırtıcı değildi bu yüzden. Andreas, kağıttan Hamsun’du aslında . Onun için bu kadar etkileyiciydi zaten. Düş gücü bir yere kadardı. Derinlikli bir şeyler yazmak için önce yaşamak gerekiyordu. Aslolan hayattı çünkü.
1859’da Norveç’te yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti Hamsun. Altı çocuklu aile Hamsun daha üç yaşındayken ailecek daha kuzeydeki bir kasabaya göç etmişti. Neden mi? Yoksulluk ve açlık canlarına tak etmişti çünkü. Yeni bir kasaba yeni bir hayattı belki. Yoksulluğun, açlığın olmadığı bir hayat…
Hamsun, sekiz yaşına kadar ayağında tahta çarıklarla kırda bayırda sürü güderek dolaşmıştı. Sekiz yaşında rahip eğitimine verdiler. Ama o rahip olmadı. İçine sinmemişti çünkü. Tezgahtarlık yapardı, tarlalarda ırgatlık yapardı, biletçilik yapardı, ayakkabıcılık yapardı hatta kum ocağında çalışırdı ama rahiplik yapmazdı. Sayılan mesleklerinin hepsini bir bir yapan Hamsun, işlerden arta kalan zamanlarında delicesine, yutarcasına kitap okudu. Sonuçta ne mi oldu? Gözlerini bozdu. Gözlükler ayrılmaz bir parçasıydı artık onun.
1879-80 yıllarında Oslo’da bulunan Hamsun tavanarasında bir odada yaşamaya başladı. Büyük bir sefalet çekti bu tavanarasında. Günlerce yemek yemeden dolaştı. Hep yürüdü, dolaştı, sokaklarda yattı ve eline birazcık para geçip de nihayet bir şeyler yiyebildiğinde ise bütün yediklerini çıkarttı. Tıpkı 10 yıl sonra yazacağı Açlık’ın kahramanı Andreas gibi.
Hamsun’un adına sinen hikaye
Bazı adların içine, tuğlaları tesadüfle döşemiş hikayeler siniverirler. Hamsun içinde bu durum fazlasıyla geçerlidir.
Knut Hamsun’un gerçek adı, Knut Peterson‘du. Ama yazılarında müstear ad (takma ad) olarak Knut Hamsund adnını kullanıyordu. Açlık’ı yazmadan üç-beş yıl önce Mark Twain üzerine bir yazı yazdı. Yazının altına da imza olarak müstear adı olan Knut Hamsund‘u atmıştı. Ama bir dizgi yanlışı yüzünden “d” harfi çıkmayınca, imza Knut Hamsun olarak çıkmıştı. O da düzeltmedi. Varsın böyle kalsındı. O yazıdan sonra Knut Hamsund, Knut Hamsun’du artık.
Ve seyahat başlar
Ömrü boyunca gezmişti Hamsun. Daha 5- 6 yaşlarındayken kırda bayırda sürü gütmüştü. Amerika’ya bir kaç kere gitmiş, Norveç’in bütün şehirlerini de dolaşmıştı.
Açlık’ın üzerine Pan ve Viktoria’yı adlı iki önemli roman daha çıkarınca Hamsun’un içindeki seyyah tekrar suyüzüne çıkıverdi. Ne de olsa artık ünlü bir yazardı. Gelir problemi de yoktu. Gezebilirdi. Rusya’yı, Kafkasya’yı, İstanbul’u ve Ortadoğu’yu içine alacak olan bir Doğu seyahatine çıkabilirdi.
Seyahatine 1899’da Rusya’dan başlayan Hamsun, Kafkasya’yı dolaştı. Karadeniz sahillerini kıyı boyu takip ederek İstanbul açıklarına kadar ulaştı.
İstanbul açıklarında
Ilık bir Sonbahar akşamıydı. Karadeniz ayna gibi dümdüzdü. Sahilde mintan giymiş erkekler evlerinin önüne oturmuş tütün içiyorlardı. Türk, tütünü severdi zaten. Bu memlekette tütün lüks bir madde olmayıp, göçebe çadırından hareme, sultanın sarayından divana kadar her yerde bir zaruretti. Peygamber keyif verici maddeleri yasaklamıştı ama, tütünü tanımadığından sadece şarabı haram etmişti. Daha sonraki devirlerde Kuran’ı tesfir edenler tütünü keyif verici maddeler arasına katmaya teşebbüs ettilerse de, Türkiye’de bu pek tutmamıştı. Sadece Buhara’da muvaffak olunmuştu. Zira Türkler için tütün, ekmek ve sudan sonra hayattaki en mühim şeylerin başında geliyordu.
Ortalık o kadar sakindi ki, Türk’ün ekmek ve sudan sonra en mühim şey olarak gördüğü tütünün, çubuklardan çıkan dumanı dahi görülebiliyordu.
Vapur o gece İstanbul’a varmayı düşünüyordu. Makinalar vapuru sarsıyordu. Bir Marsilya vapuru olan “Memphis” İstanbul’a bu gece varabilmek için bütün kuvvetini seferber etmiş vaziyetteydi. Dalgaları yara yara ilerliyordu. Anadolu Kavağı uzaktan görünüyordu ama kaptan yetişemeyeceklerini söylüyordu. Anadolukavağı’na gurup vaktine kadar yetişememek problemdi. Çünkü, Anadolukavağı uzaktan her ne kadar masum bir şehir gibi görünüyorsa da, tepelerinde yükselen Yoros Kalesi’nin duvarları ve harabeleri arasında gizlenmiş topçu bataryası sebebiyle Boğaz “gurup vaktinden sonra” geçişe kapanıyordu. Bu yüzden İstanbul’a giremiyordunuz. Bir gece boyunca Anadolukavağı’nda beklemek zorunda kalıyordunuz.
Vapurun ufak tefek, esmer, güneyli bir Fransız olan kaptanının sol gözü şehlaydı. Koskoca bir vapurun “kumandan”lığını yapacak olan adam bu muydu yani? Gurup vaktinden önce Anadolukavağı’na ulaşamayacağı için alayı hakediyordu aslında. Adamın sol gözü resmen kördü.
Nihayet Yoros Kalesi’nin birkaç yüz kulaç yakınına kadar vardılar. Saatlerini ellerine alıp hesap etmeye çalıştılar. Ama aralarında Türkiye saatinin kaç olduğunu bilen yoktu.
İngiltere’de burslu olarak ekonomi tahsili görmüş bir Japon’un yanında duran Hamsun, usulca saati sordu. Japon, parmağıyla kaleyi işaret ederek,
– Bayrak direğine doğru giden şu askeri görüyorsunuz değil mi? Gözünüz onun üzerinde olsun.
Aniden duyulan bir işaret atışıyla, direğin yanında hazır bekleyen asker bayrağı göndere çekmeye başlayınca, her şey anlaşılmıştı. Gülümsedi Japon,
– Saat altı, gurup vakti.
Olacak iş değildi hani. Tam da kalenin önlerine gelmişlerdi, kale burunlarının diplerindeydi ama İstanbul’a girememişlerdi. Tüm geceyi Anadolukavağı’nda geçireceklerdi şimdi.
Elbetteki kör bir kaptanla bu akşam İstanbul’a varamazlardı. Bu gidişle İstanbul’a varıp varamayacaklarını da Tanrı bilirdi artık! Ve Hamsun seyahatin ilk tövbesini içten içe etti.
-Bir daha Fransızla yola çıkmak mı, tövbe!
Vapurun demir atmaktan ve sabahı beklemekten başka çaresi kalmamıştı.
Adam yiyen Türk
Çok geçmeden demir atan vapura sandallarla resmi üniformalı Türkler yanaşmaya başlamıştı. Mürettebat ve yolcular, Türk’ün onlara ne yapacağını heyecanla bekliyorlardı. Merhamet ederler miydi acep? Yoksa sonları gelmiş miydi? Ama bu gümrük memuru olan ihtiyar Türkler Fransızca birkaç soru sormaktan başka bir şey yapmamışlardı. Anlaşılan, Türkler adam yemekten vazgeçeli beri birarada bulunmanın bir tehlikesi kalmamıştı artık. İlginçti ama bu Türklerin adam yeme mevzusu batılı birçok seyyah tarafından dillendirilmiş, bir bir seyahatnamelere kaydedilmişti. Hamsun’da böyle biliyordu. Türk adam yiyen bir vahşiydi. Koca koca seyyahların, edebiyatçıların böyle zırvalıklara inanması trajedi değil miydi?
Hamsun Türklerin adam yemediğini kabul eder ama…
İnsanın ayağını Türk toprağına basmış olması büyük bir muvafakiyet değil miydi zaten? Hamsun aynen böyle söylüyordu. Var mıydı herkeste bu cesaret? Tamam, Türkler adam yemiyorlardı artık ama hepten de dişsiz olduklarını kim iddaa edebilirdi. O diş kırıntılarıyla yiyebilirlerdi yani! Türk’te vardı bu potansiyel. Ondan başka Norveçli bir yazar bu memlekete gelme cesareti gösterebilmiş miydi? Goethe bir zamanlar Weimar’dan İtalya’ya kadar gitmişti, Türkiye’yi ziyaret etmiş miydi acep? Hasılı, iftihar edilebilecek bir şeydi bu Hamsun’un yaptığı. Gösterdiği bu ulu cesaretden dolayı Hamsun kocaman bir alkışı misli misli haketmişti!!!
Evet, Hamsun Avrupalı bir edebiyatçı, medeni, uygar bir beyefendi olarak vahşi Türklerin adam yiyip yemediği konusunu İstanbul’a girerken kendi içinde bolca tartışmıştı. Ama bir sonuca bağlayamamıştı. Türklerin adam yemediğini kabul ediyordu, ama bir taraftan da belki bazı dişleri kalmıştır diyerek yiyebileceğini ima ediyordu. O kendi içinde tartışıveredursun noktayı gümrükçü ihtiyar bir Türk koydu. Yoksa kapağı mı desem…
Hamsun, gümrük memurlarından birine rüşvet olarak bir sigara uzatmıştı, memur uzattığı sigarasını almıştı ama karşılığında kendi sigarasından bir dal uzatmıştı. Kapaktı o sigara. Vahşi Türk’ün medeni Avrupalı’ya kapağı!
Masal diyarında
Ertesi sabah gemi demir alırken uyandılar. Saat altıydı, hava bulutsuz.
Yoros Kalesi’nde zabitlerle askerlerin koşuştuklarını gördüler. Askerler talime çıkarken vapur Boğaziçi’nde yol almaya başlamıştı.
Boğazın iki yakasında arka arkaya sıralanmış küçük şehirlerin önünden birer ikişer dakikalık fasılalarla geçiyorlardı. Esasen hepsi tek ve aynı şehir demek daha doğru olacaktı. Sahile o kadar yakındılar ki, karada olup biten her şeyi görebiliyorlardı. Gördükleri düşündüklerinden çok farklıydı. Hamsun şaşırmıştı, günah çıkarmaya başlamıştı: Yoksa biz Türkiye’de değil miyiz diye kendine soruyordu? Otuz senedir, beceriksiz sultanlar tarafından iflasın eşiğine getirilmiş bir memlekete dair yazılmış yazılar okumuştu. Halbuki vapur, bağlık bahçelik küçük şehirleri ve güllerin kıpkızıl parıltısıyla gözümüzü alan bir masal diyarında yol alıyordu. Bir musibetin bin nasihatten daha iyi olması gibi okunmuş yüzlerce kitaptan, binlerce makaleden, onbinlerce muhabbetten bir seyahat daha iyiydi. Yeğdi yeğ! Hamsun öğrenmişti. Kazın ayağı başkaydı. Türkiye tekti ama Avrupa’daki Türkiye ile Türkiye’deki Türkiye arasında derin bir uçurum vardı.
Kaptan kör değildi anlaşılan. Bu güzellikleri bildiğinden, buralardan geçmek için gün ışığını beklemişti. Hamsun’un dün akşam kaptana karşı duyduğu derin hoşnutsuzluk bir anda geçivermişti. Her şey planlıydı demek. Kaptan bu güzellikleri gün doğumunda gösterebilmek için yavaş yavaş gelmişti.
Boğaziçi’nde
Mamur ve müreffeh görünen sahilde bir Türk kuyudan su çekiyor, bir başkası merdivenleri süpürüyor, üçüncüsü ise bahçesinde dolaşıp, çiçeklerini seyrederken sigara içiyordu. Bu küçük kasabalara sessizlik hakimdi; ne pazar kalabalığı, ne fabrika uğultusu…Zaman zaman geçen vapurların düdük sesleri işitiliyorsa da telaşa yer yoktu burada. Şehrin bu kadar çok yakınından geçip de hiçbir gürültü duymamış olmak ne tuhaftı.
Zaten Türk’ün hayattaki tek gailesi çalışıp, çabalamak değildi; kafi miktarda çalışırdı. Hamsun’un aklına Amerika’da geçirdiği günler geldi. Amerikadayken gün boyunca deliler gibi çalışır, kuvvet toplamak için karınlarını bir biftekle doyurur, sonra tekrar tarlalara koşarlardı. Bu hengame içinde Pazar günleriyle Pazartesi arasında hiç fark bulunmazdı. Lakin Türk, gelenekleri bozmadan, Cuma günlerini ibadet günleri olarak muhafaza etmeyi başarmıştı. Bir gün içinde pek çok kerre ibadet etmeye vakit bulurdu. Akşamları küçük evinin önünde oturur, gecenin ilerleyen saatlerine kadar huzur içinde hayal kurardı.
Hamsun Amerikalıların yaşamıyla Türklerin yaşamını istemeden de olsa karşılaştırmıştı. Ve şu can alıcı soruyu sormuştu. Bunlardan hangisi daha mutluydu? Her ikisi de birer hazineye sahip. Mesele, Türk’ün çelik sabanının yokluğunun acısını çekip, çekmediği…Sanki Türk, John Stuart Mill’in şu satırlarını okumuş gibiydi: ” Mekanik icatların insanoğlunun hayatını kolaylaştırıp kolaylaştırmamış olduğu şüphe götürür.”
Belki de John Stuart Mill bu konuda şüpheye düşmeyi Türk’ten öğrenmişti kimbilir…
Semaya yükselen beyaz minareler
Bunlar derin konulardı. Şimdi Boğaz’ın tam ortasında olduklarına göre aslolan İstanbul’a bakmaktı. Manzaranın keyfine varmaktı.
Büyük devletlerin sefaretleri, geniş arazilere kurulmuş kışla benzeri mimarileri ve kaba cüsseleri ile manzaraya tahakküm ediyorlardı. Sonra minareler görünüyordu.
Türkiye’nin payitahtı üç denizin, Marmara Denizi, Altın Boynuz (Haliç) ve Boğaz’ın birleştiği yerde kurulmuştu. İki kıtanın arasına yerleşmiş , iki yakasında tabiat harikası tepeler ve eteklerinde deniz olan bu şehrin dünyada bir benzeri yoktu. Konstantinopel, her ne kadar Moskova’nın rengarenkliğine, kırmızı, yeşil ve yaldızlı kubbelerine sahip değilse de, Moskova’da olmayan bir şey vardı burada: Semaya yükselen beyaz minareler…
♦
Hamsun ileride yapacağı politik tercihlerden dolayı çok tartışılacaktı. Çünkü sıkı bir Hitler hayranı olcaktı. Hitler, ülkesi Norveç’i işgal ettiğinde işgale şapka çıkaracak ve tüm samimiyetiyle Hitler’i ayakta alkışlayacakı. İşte bu geleceğin Nazi kafalısı İstanbul’u ve Osmanlı’yı öyle anlatmıştı ki, hayrete şayandı. Ağırdı, ölçülüydü, tutarlıydı. İstanbul’a dair seyahatnamesi Boğazdan geçiş, Kahvehane ve Cami, Kabristan ve Derviş, Sultanın Cami Ziyareti, Kapalıçarşı ve Türk adlı 6 ayrı başlıktan oluşuyordu. Bu başlıklarda yaklaşık 50 sayfa tutan izlenimler çağdaşlarının aksine Osmanlıyı yargılamıyor, hor görmüyordu. Osmanlı’yı anlamaya çalışıyor ve Osmanlı’da değişeni görmeye çabalıyordu. Mesela o dönemde Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit hakkında son derece olumsuz, kötücül yargılar dolaşırken o, 2. Abdülhamit’in eğitimdeki yaptığı yeniliklerden bahsediyordu. Hem de yaklaşık 2 sayfa. Bu açıdan Knut Hamsun’un İstanbul’a dair izlenimleri okunmalıdır.
Yazıya dair not: Hamsun seyahatnamesini kendi ağzından yani 1. tekil şahıs ağzıyla yazmıştı. Bense 1. tekil şahısı sadece -di’li geçmiş zamana çevirdim. Onun haricinde seyahatnamenin orijinalinde hiçbir değişiklik yapmadım. Yazıda bulunan italik bölümler anlatımın bana ait olduğunu, seyahatnamede bulunmadığını gösterir.
Göçebe bir ruh: Knut Hamsun | Kedi Güncesi says:
[…] Hamsun şehir şehir, ülke ülke. Hatta İstanbul’a bile uğruyor. Benim yapamadığımı yapıyor. Ben de ona özenip apartman dairemde hiç görmediğim bir tilkiyi […]
Ali D. says:
hocam bu da aynısı herhalde. sipariş edicem bakalım.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=17292&sa=159488654
ali says:
Açlık romanını lise öğrencisi iken Varlık yayınlarından çıkan baskısından okumuştum. Orada başka açlıklardan da bahseder. Yazı çok güzel, Knut Hamsun’un Istanbul’dan bahseden anılarını en kısa zamanda bulup okuyacağım. İyi günler
Ramazan Bedük says:
Yorumunuz için teşekkürler. Kitap piyasada yok. Sahaflarda bile bulması zordur.
ali says:
En son YKB yayınlarında çıkmış, oradan sordum mevcudu kalmamış ama Tünel’de Sofyalı sokakta Eren kitabevinde buldum.
Ramazan Bedük says:
Bulursanız, şanslı sayılırsınız. Rastgele…