web analytics

Bu gezi rehberini bir yazı dizisi olarak hazırlıyorum. İster yazı dizisi olarak okuyun ister rehber olarak kabul edip sarayı bir güzergah halinde nokta nokta gezin. Dizi sekiz ayrı yazıdan oluşacak. Birinci bölümü budur. Bu yazı Topkapı Sarayı’na bir giriş niteliği taşıyor.

Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir? Devlet yöneticileri nasıl bir eğitim görerek yetişirler? Osmanlı, yabancı devletlerin elçilerini nasıl karşılar? Ve bu elçiler neler yaşadılar? Padişahı ve sarayı nasıl anlattılar? Sarayın avlularında, köşklerinde, odalarında ve koğuşlarında neler yaşandı? Ve hangi tarihi kararlara ev sahipliği yaptı? Padişahlar ve törenler, Harem ve şehzadeler, divan ve enderun, imparatorluk hazineleri ve mukaddes emanetler, saray mutfakları, köşkler ve ahırlar, sergiler ve koleksiyonlar bu yazı dizisinin konusu. Tarihi gravürler, minyatürler, tarihi fotoğraflar, tablolar ve seyyahlardan, elçilerden hikâyeler…

Topkapı Sarayı’nın giriş kapısında bulunan kitabe ile serüvenimize başlayalım.

“Bu mübarek kale, Allah’ın desteği ve rızası üzerine, güvenliği sağlamak maksadıyla, Sultan Mehmet Han’ın oğlu Sultan Murad’ın oğlu, iki kıtanın padişahı ve iki denizin hakanı, insanların ve cinlerin üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğu’da ve Batı’da Allah’ın yardımcısı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye’nin fatihi ve fethin babası olan Sultan Mehmed Han’ın –Allah Teâlâ onun hükümdarlığını ebedi kılsın ve mekânını kutup yıldızlarından yüksek eylesin- emriyle 883 yılının mübarek ramazan ayında (Kasım 1478) imar ve inşa edildi.”

(Topkapı Sarayı’nın Saltanat Kapısı giriş kitabesi)

Fatih Sultan Mehmet, Topkapı Sarayı’nı 1478 yılında yaptırıp, sarayın ana giriş kapısı olan Saltanat Kapısı’na bu kitabeyi yazdırdığında; Osmanlı’nın sınırları yaklaşık 2 milyon kilometre kareydi. İki kıtaya yayılan sınırlar içinde Karadeniz ve Ege Denizi birer Türk gölleri haline gelmişlerdi.

Çok değil 70-80 yıl sonra Osmanlı’nın sınırları; Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na, Hazar Denizi’nden Adriyatik Denizi’ne, Kafkaslardan Balkanlara uzanmış, yüzölçümü 10 milyon kilometrekareyi bulmuştu. Osmanlı sultanı, iki kıtanın ve iki denizin sultanı değildi artık. Üç kıtanın, beş denizin sultanıydı: Asya, Avrupa ve Afrika’nın; Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz, Adriyatik ve Kızıldeniz’in.

Osmanlı’nın yayıldığı sınırlar şu an yaklaşık 50’den fazla devletin hâkimiyet alanı içinde. Somutlaştırmak için bazılarını sağ baştan sayalım.

Ortadoğu’da: Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Lübnan, Filistin, Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Yemen, Umman, KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti.

Kafkasya’da: Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan.

Balkanlar’da: Türkiye, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Romanya, Moldova, Polonya, Estonya, Slovakya, Macaristan, Ukrayna, Arnavutluk.

Afrika’da: Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Sudan, Etiyopya, Somali, Fas.

Günümüzde bu toprakları her devlet kendi meşrebince yönetiyor. Oysa vakti zamanında tek bir yerden yönetiliyorlardı: Topkapı Sarayı’ndan.

1478 yılında yaptırılan Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı’na taşınana kadar aralıksız 378 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi oldu. 36 padişahın 25’i Osmanlı İmparatorluğu’nu buradan yönetti.

Osmanlı, sarayın Dolmabahçe’ye taşınma tarihi olan 1856’dan saltanatın kaldırılış tarihi olan 1922’ye kadar Dolmabahçe ve Yıldız saraylarını devlet yönetim sarayları olarak kullandı ama “ata yadigârı” olan Topkapı Sarayı’ndan asla vazgeçmedi. Saray, Dolmabahçe’ye taşındıktan sonra bile padişahlık makamına gelen Sultan Abdülaziz, 5. Murat, 2. Abdülhamit, 5. Mehmet Reşat ve 6. Mehmet Vahdettin tahta geçme törenleri olan “cülus törenleri”ni Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirdiler. O bağı, hiçbir zaman kesmedi Osmanlı. Çünkü Topkapı Sarayı sadece bir takım köşkler ve kasırlardan oluşmuş bir saray değildi Osmanlı için. Ata yadigârıdır, atayla kurulan bağdır. Ve Osmanlı, atasına sıkı sıkıya bağlıdır. Tahta geçen bir padişahın, atası Fatih Sultan Mehmet’in türbesinden başlayarak Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın türbelerini ziyaret etmesi bu yüzdendir. Duasını eder ve atasına bağlılığını bildirir.

Ve padişahlar burada oturmasalar dahi ölüm halinde naaşları burada kefenlenir, şehzadelerin sünnetleri burada yapılırdı.
Topkapı Sarayı, mimari çizgilerinin görkem ve zenginliğinden çok Osmanlı için belli başlı geleneklerin bütünüdür. Bir baba ocağıdır her şeyden önce. Bu gelenek ve Osmanlı devlet anlayışı, Topkapı Sarayı’nın her bölümünde dikkati çeker.

Osmanlı’yı anlayabilmek için en iyi yerdir Topkapı Sarayı. İçinde yekpare Osmanlı tarihini barındıran kale içinde bir kale, şehir içinde bir şehirdir. Çinisinden hat’ına, kalemişinden sedef kakmasına Türk sanatlarının en güzel örnekleriyle bezenmiş ihtişamlı köşklerden, görkemli kapılarla birbirine açılan avlulardan, yan yana sıralanmış irili ufaklı odalardan, koğuşlardan, bahçelerden, binalardan oluşan dev bir tarihi labirenttir. Osmanlı’nın muhteşem ikametgâhıdır ki bu ikametgâhta ihtişam ve tevazu aynı anda barınır.

Topkapı Sarayı’nı tanımak, Osmanlı kültürünü en yüksek haliyle tanımaktır. Osmanlı’nın en üst düzey yöneticilerini yetiştiren Enderun Okulu, ülkenin yönetildiği en yüksek kurum olan Divan-ı Hümayun, sanatkârların tüm becerilerinin en yüksek düzeyde gerçekleştiği Nakkaşhane buradadır zira.

Topkapı Sarayı, ortadaki avluyu çevreleyen tek katlı odalardan oluşan yapısıyla bir tevazuluk abidesidir. Elçiler ve seyyahlar ve bilumum ziyaretçiler bunu defalarca ifade etmiştir. Bunlardan biriydi Hıristiyan tutsaklardan olan Muhlenbachlı Georg Birader. Şu sözler onun: “Gösteriş ya da aşırılıktan eser yok… Koskoca soylular ve prensler öyle bir sadelik içinde yaşıyorlar ki, kalabalık içinde kendilerini fark etmek imkânsız.” Hatta “Türk İmparatorluğu buradan mı yönetiliyormuş?” diye şaşkınca soru soran ziyaretçileri bile bu saray görmüştü.

Sarayda ihtişam; kendini köşkleri bezeyen Türk sanatlarında, törenlerde ve avlularda vuku bulan sessizlikte gösteriyordu. Avlular içinde kaç kişinin bulunduğuna bakılmaksızın daima sessizdi. Padişah bir elçiyi kabul ettiğinde gereğinden fazla konuşulmazdı. Ve padişahın ağzından, “peki” dışında pek bir şey çıkmazdı. Çoğu zaman vezirler, işaret dilleriyle haberleşirlerdi. İçoğlanları, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Sultan’ı çevreleyen saygı atmosferini büyütmek için başlatılan işaret diliyle konuşurlardı. Bu dil 17. yüzyıla gelindiğinde “işaretle her şeyin anlamını kavrayan” dilsiz uzmanlar tarafından öğretilmiş ve ikinci dil olarak sarayda Hırvatça’nın yerini almıştı. Sarayda saygı, kendini bütün gücüyle sessizlikte gösteriyordu.

Ve padişahın giyimi, kuşamı, yemesi, içmesi, ibadete gitmesi, okuması, yazması, yatması, uyuması gibi günlük yaşantısındaki hemen her şeyi törensel nitelikteydi. Padişahın kılıcını silahtarağa taşırdı, kaftanını çuhadarağa. Rikabdarağa padişahın üzengisini tutmakla görevliydi, tülbentoğlanı padişahın sarığının bakımını yapmakla. Padişah elini yıkarken peşkiroğlanı peşkirini, ibrikoğlanı ibriğini tutardı. Tırnakçıbaşı padişahın haftada bir tırnağını keserdi, çaşnigirbaşı yemeğinin tadına bakardı, hazinedarbaşı seccadesini sererdi, kilercibaşı şerbetini hazırlardı. Bu böyle uzayıp gider. Padişahın etrafında şekillenen bu görev zenginliği çok şaşırtıcıdır. Ve bu görevleri yapacak olan kişiler normal hizmetli değillerdir. Ya devletin en üst düzey yöneticileridirler ya da yöneticileri olacaklardır. Devlet, her biri birbirinden önemsiz ve komik gibi görünen bu görevleri yapan ya da vakt-i zamanında yapan “Enderunlu ağalar” aracılığıyla yönetilir. Peki, neden böyle? Bu yazı dizisinin konularından biri bu. Sadece bir mekânı gezmek değil, Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir sorusunu da yanıtlandırmak aynı zamanda. Eski bir darbımeseldir, derler ki “Eğer zenginlik istiyorsan Hindistan’a git. İlim istiyorsan Avrupa’ya git. Ama saray görkemi görmek istiyorsan Osmanlı İmparatorluğu’na gel.”

Ve geldik. Evet buradayız. Osmanlı’yı anlayabilecek en iyi mekânda.

Osmanlı’da devlet nasıl yönetilir? Devlet yöneticileri nasıl bir eğitim görerek yetişirler? Osmanlı, yabancı devletlerin elçilerini nasıl karşılar? Ve bu elçiler neler yaşadılar? Padişahı ve sarayı nasıl anlattılar? Sarayın avlularında, köşklerinde, odalarında ve koğuşlarında neler yaşandı? Ve hangi tarihi kararlara ev sahipliği yaptı? Padişahlar ve törenler, Harem ve şehzadeler, divan ve enderun, imparatorluk hazineleri ve mukaddes emanetler, saray mutfakları, köşkler ve ahırlar, sergiler ve koleksiyonlar bu yazı dizisinin konusu. Tarihi gravürler, minyatürler, tarihi fotoğraflar, tablolar ve seyyahlardan, elçilerden hikâyeler…

Başlayalım.

Bu yaziya 1 yorum yapilmis.

  • Sabırsızlıkla…

Yorum yapmak istermisiniz?

RSS yapılandırılmış değil.

———————————————————–

————————————————————

———————————————————-

———————————————————-

———————————————————

———————————————————

———————————————————

——————————————————–

————————————————————

——————————————————–

———————————————————

———————————————————–

——————————————————-

———————————————————–

E-mail adresinizi yazın

yeni yazılar posta adresinize gönderilsin
(E-posta adresinize gönderilen linki tıklamayı unutmayın)

——————————————————–

————————————————————

YAZI ETİKETLERİ

———————————————————-

———————————————————–

Yazıların ve fotoğrafların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

————————————————————–

Bu sitede emeğe saygı esastır